30 Ocak 2019 Çarşamba

HADİS VE SÜNNET /Prof.Dr.Fazlur Rahman




Hadis’teki çeşitli unsurların yeniden değerlendirilmesi ve bu günün değişen ahlaki ve sosyal şartları doğrultusunda titiz bir şekilde yeniden yorumlanması gerçekleştirilmelidir
Geçen kısımda, Hadis’in temel konularından bazılarını “objektif olarak”, hadise sıkıca bağlı ve duyarlı kimselerin nazarında ise acımasızca ve hatta belki de haksız bir şekilde inceledik. Ancak, bütün bunların tam olarak ne anlama geldiği hususunda açık olmayız. Özellikle cemiyetimizde, “ilericilik” adına hadis ve Nebevi Sünnet’i yok etmeyi arzulayan güçlü akımlar bulunduğu içindir ki, söz konusu problemler hususunda açık olmak kaçınılmazdır. Bunlar, “yolu açmak” endişesiyle, Neron’un Roma’yı yeniden inşa etme metodundan çok daha şüpheli metotlara başvurmaktadırlar. Söz konusu akımlar sadece basiretten yoksun olmakla kalmamakta, aynı zamanda problemler ve bizzat Hadis’in gelişimi konusunda korkunç bir cehalet örneği sergilemektedirler. İlimden ya da basiretten yoksun kimseler, bazen bize hiçbir delil göstermeden, Hadis’in tarihi olmadığını ve dolayısıyla Nebevi Sünnet’e ulaştıran bir rehber olarak kendisine güvenilemeyeceğini söylemektedirler. Bazen da bize safça, Hadis’in tarihi olduğunu, fakat şer’i geçerliliği bulunmadığını, yani hadis sahih bile olsa, bizim için Sünnet içermediğini ifade etmektedirler. Hepimiz “ilerlemeyi” isteriz; ama bu, İslam’a rağmen ya da İslam dışında değil fakat bizzat İslam için olmalıdır; zira hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, İslam, yedinci yüzyıl Arabistan’ında bir hareket olarak ortaya çıktığı zaman maddi-manevi gerçek ilerlemeyi sunmuştur bununla birlikte “karışıklığa” ve “karanlıkçılığa” katılamadığımız gibi hoş da göremeyiz. Nereden ilerleyeceğiz, neyle ve nereye kadar ilerleyeceğiz? Bu sorulara verilecek bir cevap tarihimize makul ve yapıcı bir biçimde başvurmayı gerektirmektedir. Sünnet ile Hadis arasındaki gerçek ilişki nedir? Bu çok önemli soruya cevap aramak için çağdaş haçlı seferlerine çıkmak ve Hadis hakkında gereksiz araştırmalar yapmak beyhudedir. Burada şu hususa dikkatleri çekebiliriz: İster Harici ister Mu’tezili olsun, klasik İslam’da hiçbir grup Sünnet’in geçerliliğini asla inkâr etmemişlerdir; 1 onların itiraz ettikleri husus, Sünnet’in hadis olarak ifade edilmesi olmuştur.

Kaderin şu garip cilvesine bakınız ki, (Sünnet-karşıtı olduğu da kabul edilen) Hadis-karşıtı delil çok defa subjektif olarak ve safça seçilmiş şu hadise dayandırılmıştır: Hz. Peygamber, Hz. Ömer ya da en eski otoritelerden bir başkası Hz. Peygamber’den hadis rivayet edilmesini yasaklamış ya da engellemek istemiştir. Bu görüş noktasının iç tutarsızlığı bir yana, bu Hadis-karşıtı hadisin de, yakından incelendiğinde, Hadis hareketinin doğrudan bir ürünü olduğu sonucuna ulaşılır. Eğer hadislerin hepsi terk edilecek olursa, bizimle Hz. Peygamber arasında açılmış olan on dört asırlık uçurumdan başka ne kalır? Bu uçurumun boşluğunda heva ve heveslerimiz sonucunda sadece Kur’an parmaklarımız arasından kayıp gitmekle kalmaz -zira onu sapasağlam muhafaza eden yegane şey bizzat nebevi faaliyettir-  aynı zamanda Kur’an’ın varlığı ve bütünlüğü hatta bizzat Hz Peygamber’in varlığı bile asılsız bir efsaneye dönüşür.

Şimdi, tarihi ve biyografik Hadis’ten farklı olan Hadis’in bütünüyle tarihi olmasa bile yine de temel bir anlamda normatif (kuralsal) olarak kabul edilmesi gerektiğini göstermeye çalışacak ve bu temel anlamın ne olduğunu örneklerle belirlemeye gayret edeceğiz. Bu bağlamda dikkat çekmek istediğimiz hususlar şunlardır:                 

1. Teknik Hadis’in tamamının, şu andaki ifade şekilleriyle, tarihi olmadığı daha önceki sayfalarda çeşitli örneklerle gösterilmiştir. Bu itibarla geniş bir literatürden birkaç örnek verdiğimiz ve dolayısı ile vardığımız sonucun çok genel olduğu söylenebilir. Şimdi bu bağlamda hatırda tutulması gereken ilk şey şudur: Bizim delil olarak sunduğumuz örnekler; ”Temel Hadis” yani bizzat İslami Metodoloji ile ilgili olan hadislerdir.

Eğer, bizzat İcma‘nın temel ilkeleri ve Hadis hakkındaki hadisin tarihi olmadığı ortaya çıkacak olursa, bu takdirde diğer birçok hadisin tarihiliği hakkındaki karine de böylece kendiliğinden yıkılmış olur. Şu hususu belirtmek gerekir ki, biz burada “diğer bütün hadisler” değil de, “diğer birçok hadis” diyoruz. Ancak, “birçok” ile “bütün” arasındaki bu fark, -faraiz hakkındaki hadisle ilgili önemli istisna bir yana- teorik olmaktan öteye gitmez ve en azından şimdilik ne sınırlanabilir ne de belirlenebilir; her hadis’in sıhhati, tarihi delillere dayanmak suretiyle ayrı ayrı incelenmelidir. Bize karşı bulunacak ikinci itiraz, rivayetin güvenliğini sağlayan isnat zincirini dikkate almamış olmamızdan dolayıdır. Biz burada isnadın önemini küçümseyecek değiliz. Eşsiz bir İslam eseri olan İsnad, ravilerin hayatları hakkında doğru bilgileri içeren geniş bir literatürün doğmasına neden olması bir yana, Hadis yazının azaltılmasına da katkıda bulunmuştur. Gerçekten de, uydurulmuş birçok sayıda hadis, hadisçilerin isnad üzerinde yorulmak bilmeden yürüttükleri faaliyetler sonucu bertaraf edilmiştir. Ancak isnad, olumsuz bir şekilde önemli olmakla birlikte, nihai anlamda olumlu bir delil teşkil etmez. Zira genellikle güvenilir kabul edilen bir “A” şahsının, yine genellikle güvenilir, kabul edilen bir “B” şahsı ile gerçekten de karşılaşmış olduğu gösterilebilse de (aslında bu hususun tesbiti de zordur) bu, herhangi bir problemle ilgili bir hadisin “A” ya “B” tarafından rivayet edilmiş olduğu hususunda delil teşkil etmez. İsnad’ın olumlu nihai delil kabul edilmesine karşı yöneltilen en ciddi itiraz şudur:Bizzat isnadın kendisi, birinci asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış,oldukça geç bir gelişmedir.2 Buhari ve Müslim’de yer alan ve siyasi karışıklıklardan haber veren hadislerin isnadları mükemmeldir.Ancak, tarihi bakımdan dürüst olursak onları kabul edemeyiz.

2. Bununla birlikte, Hadis’in tarihi olmadığı yolundaki tezimize yöneltilen en temel itiraz ilmi değil, dini olacaktır; yani, böylece Hadis’in büyük bir işbirliği sonucu ortaya çıkmış olduğu kanıtlanmış olacaktır. Ancak problem, bizzat Hadis ehlinin, faaliyetlerini tam olarak tarihi kabul edip etmemeleridir. Burada daha önce zikretmiş olduğumuz hadisi hatırlatmak istiyoruz. Söz konusu hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Söylenmiş ne kadar güzel söz varsa, onları söylemiş sayılabilirim.”

Bunun sadece ahlaki hadisle ilgili olduğunu söylemek anlamsızdır; çünkü siyasi ve fıkhi hadisin de açık ahlaki içerikleri vardır. Hatta Hz. Peygamber’in buyurduğu ”Her kim hakkımda kasten yalan söylerse cehennemle yerini hazırlasın.”meşhur hadisi bile sonraları “Her kim, benim hakkımda ‘’Halkı doğru yoldan saptırmak için ‘’yalan söylerse…’’şeklinde değiştirilmiştir. O zaman bu temel üzerine şöyle bir genel ilke vaaz edilmiştir: ‘’Dini duyguları canlandıran hadis reddedilmemelidir.’’ Bu ilke, Nevevi tarafından Muslim Şerhi’nde(bkz.1,8) Kerramiye’ye isnad edilmiştir. Nebevi, cahil birçok kimsenin ve vaizlerin ona uymalarından yakınmaktadır.’’Kur’an’la uyum halinde bulunan hadis kabul edilmelidir’’anlamındaki meşhur hadis bile, (Hadis’in) tarihiliğini ispattan başka bir şey yapmamaktadır. Öyleyse şu sonuca ulaşmamız gerekmektedir: Hadis, nebevi öğretinin yorumlanmış ruhunu, ‘’Yaşayan Sünnet’’.temsil etmektedir.

3. Ancak Hadis, tamamen tarihi olmasa da Hz.Peygamber’in Sünnet’inden ayrı olmadığı da son derece açıktır. Gerçekten de , Hadis ile Hz. Peygamber’in Sünneti arasında çok sıkı bir bağ vardır.Burada ilk kısımda tespit ettiğimiz sonuçları hatırlatıyoruz:İlk dönemin kadıları, fakihleri, teorisyenleri ve siyasileri Nebevi Modeli (Sünnet), Müslümanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak yorumlamışlardır.Her nesilde ortaya çıkan malzeme Yaşayan Sünnet’i oluşturmuştur.Şu halde Hadis, bu Yaşayan Sünnet’in sözlü bir biçimde yansımasından başka bir şey değildir.Bu bakımdan Hz. Peygamber’in hadisteki Sünneti tıpkı Yaşayan Sünnet’te mevcut olduğu gibidir.Bununla birlikte Yaşayan Sünnet sadece genel Nebevi Modeli değil, aynı zamanda bu modelin, sürekli İçtihad ve İcma faaliyeti sayesinde bölgelere göre değişiklik arz eden yorumlarını da içermiştir.İşte bu sebepledir ki , Yaşayan Sünnet’ te birçok farklılık ortaya çıkmıştır.Ancak bu söylediklerimiz hadis için de tamamen geçerlidir.Çünkü hadis Yaşayan Sünnet’i  yansıtmaktadır.Gerçekten de hadis’in çarpıcı özelliği, farklılıklar arz etmesi ve hemen her noktada farklı görüşleri yansıtmasıdır.Tıpkı ilk dönem Yaşayan Sünnet gibi, hadis’in de tam olarak tarihilikten mahrum olduğunu gösteren bu husus, Ehl-i Sünnet’in elinde Katolikliğin(evrenselliğin) en güçlü etkeni olmuştur.Çünkü Ehl-i Sünnet, hadis sayesinde- büyük ölçüde başarılı bir şekilde- orta bir rota belirlemeye ve bir orta yol sentezi ortaya koymaya çalışmıştır.İlk nesillerin Yaşayan Sünneti  ile hadis ifadesi arasındaki belirgin fark şudur: Yaşayan Sünnet yaşayan ve devam ede gelen bir süreç olduğu halde, hadis kesindir ve yaklaşık ilk üç asırlık Yaşayan Sünnet  sentezine mutlak devamlılık vermeyi amaçlamıştır.Hiç şüphe yoktur ki bu, o an için bir gereksinim idi.Çünkü belli bazı formalitelere bağlı kalmadan devam ede gelen bir süreç, şu veya bu zaman içinde özünü yitireceği için , sürekliliğini devam ettiremem tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır.Ancak Hadis hareketi, sonuçta belli bazı formalitelerin de ötesinde tam bir belirlemeye yol açmıştır.Kuşkusuz şimdiki gereksinim ise, bu formalizmi gevşetmek ve işe, Yaşayan Sünnet’in kendisini Hadis barajına istekli bir şekilde boşalttığı noktadan yeniden başlamaktır.İşte tam bu anda,(daha sert başka bir uyarının yanında) bir ses şöyle fısıldamaktadır: ‘’Hadis ve Sünnet tedavisi mümkün olmayan gericiliktir;ilerlemek istiyorsanız onları tamamen terk edin.’’ Yoksa bu, ümitsizlik karşısında duyulan ümit sesi midir? Gelecek örnekte ilkenin uygulanması bize sorunun cevabını verecektir.

4. Sık sık -belki de bazı okurları sıkarcasına- söylediğimiz üzere Hadis, nihai temeli olarak Nebevi Modele sahip olmakla birlikte, ilk dönem nesillerinin bu modeli esas alarak gerçekleştirdikleri eserleri temsil etmektedir. Gerçekten de Hadis, bizzat Müslümanlar tarafından ifade edilmiş ve görünüşte Hz. Peygamber’e  isnad edilmiş özdeyişlerin toplamıdır. Gerçi bu özdeyişlerin Hz. Peygamber ile herhangi bir tarihi bağlantıları yok değildir; ama özdeyiş olarak ifade edilmeleri, hadisin tarihi olmadığını göstermektedir. Daha doğrusu Hadis, ilk dönem cemaati tarafından Hz. Peygamber hakkında yapılmış muazzam ve abidevi bir yorumdur. Bu bakımdan o, Hz. Peygamber’e dayanmış da olsa, aynı zamanda ilk dönem Müslümanlarının ortaya koymuş oldukları hikmetin bir hülasasını da oluşturmaktadır.

Eğer yukarıda sözü edilen sese kulak verecek olursak, dehşet verici sonuçlar elde ederiz. Mesela, İcma hakkındaki hadisin tarihi bakımdan kabul edilemeyeceğini yukarıda göstermiştik. Eğer sese uyacak olursak, İcma öğretisini reddetmek zorunda kalırız. Ama bunu yapabilir miyiz? Bununla birlikte, bu aşamada, ses, İcma’nın Kur’an’dan kaynaklanabileceğini söyleyebilir. Çünkü Allah’ın kitabı şöyle buyurmaktadır:

 “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın.” (3/Al-i İmran, 103) Ancak bu, bir birliğe emir ise de, gerçek anlamda İcma değildir; zira İcma “hep birlikte bir karara ulaşmak”tır. Eğer bu ayetten kasdolunan İcma olsaydı, Şafii ve diğerleri uzun zaman önce onu bu noktada bir delil olarak ileri sürerlerdi. Bir an için ayetten kasdolunanın İcma olduğunu farz edelim; o zaman bile İcma’nın tabiatı belirsiz kalmaktadır. İstatistikle ya da nitelikler ile ilgili bir şey midir? Yani İcma tümel midir ya da görüş ayrılığına imkân tanımakta mıdır? Farklı görüşlerin ifade edilmesini teşvikeden birçok hadis bulmaktayız. Bu tür hadisler, bu konuları çeşitli şekillerde doğrudan ya da dolaylı bir şekilde ele almaktadır. Bu ise, bir İcma’nın sonraki bir İcma ile değiştirilebileceğini ve dolayısıyla İcma’nın, gerçekle ilgili değerleri içeren salt teori konusu değil de, bir uygulama konusu olduğunu göstermektedir. Bir İcma, gerçek ya da yalan olmaktan ziyade, doğru ya da yanlış yahut kısmen doğru ya da yanlış olabilir. Gerçekten de cemaat, nazari ismeti (yanılmazlığı) iddia konusunda kendisini kefil gösteremez. O, sürekli bir şekilde hem anlama hem de doğru iş yapma arzusu içinde bulunmalıdır.

Bu sebeple Hadis’in özelliği esas itibarıyla sentetiktir. Ayrıca, İcma hadisini Hz. Peygamber hakkında tarihen bilinenler doğrultusunda inceleyecek olursak, bu hadisin Nebevi Sünnet’i ortaya koyduğunu görürüz; zira Hz. Peygamber, cemaatin birliğini sürdürmek için elinden geleni yapmakla kalmamış, aynı zamanda düşünce ve gaye birliğinin ortaya çıkmasını teşvik etmiştir. Kur’an’daki “Şura” terimi bu faaliyete işaret etmektedir. Hadisin bu evrensel (cahtolic) ve sentetik özelliği bu noktayla sınırlı değildir; ahlaki, sosyal, fıkhi ve siyasi öğretilerin hemen hepsiyle ilgilidir. Geçen kısımda “Sunne ve’l-Cemaa” ifadesini tartışırken hadisin bu sentetik özelliğini göstermiştik.

Burada şu gerçeği vurgulamak gerekir: Hadis’teki çeşitli unsurların yeniden değerlendirilmesi ve bu günün değişen ahlaki ve sosyal şartları doğrultusunda titiz bir şekilde yeniden yorumlanması gerçekleştirilmelidir. Bu ise ancak, Hadis’i tarihi olarak incelemek suretiyle -yani onu “Yaşayan Sünnet”e indirgemek ve onda var olan gerçek değeri, tarihi şartların gerekli kıldığı arka plandan açıkça ayırmak suretiyle- gerçekleşebilir. Böylece geleneksel Ehl-i Sünnet’imizin üzerinde ısrarla durduğu bazı önemli ana konuların değiştirilmesinin, dolayısıyla yeniden ifade edilmesinin gerekli olduğunu görüyoruz. Örnek olarak, determinizm ve irade hürriyeti problemini ele alalım. Salt determinizmi  savunan Emevilerin ilk dönemlerinde irade hürriyetinin vurgulanması gerekiyordu. İşte Hasan Basri’nin ve ilk dönem Mu’tezililerin gerçek anlamda yaptıkları bu irade hürriyetinin vurgulanması olmuştur. Ancak Mu’tezile hümanizminin kargaşaya dönüşmeye yüz tuttuğu ve dolayısıyla dinin temellerini tehdit ettiği bir sırada Ahmed b. Hanbel ve meslektaşları, Mu’tezile rasyonalizmine karşı Allah’ın iradesini ve kudretini vurgulamışlardır. Ancak, ilahi Kudret ve determinizm öğretisi sonuçta, Ortodoksluğun (Ehl-i Sünnet’in) ayırıcı özelliği olmuştur ve bu özelliği günümüzde de devam etmektedir. Ancak bu öğreti, asli işlevinin ç ötesine gitmiş ve gerçekte, özellikle daha sonraki dönemlerdeki filozoflar ile Sufilerin onu gelişi güzel yorumlamaları sonucu, cemaatin ahlaki ve sosyal yaşantısına son derece zararlı olmuştur. Bu sebeple, hadis mecmualarındaki determinizme ağırlık veren hadisler, doğru tarihi perspektifleri ve açıkça belirlenmiş tarihi bağlamda sahip oldukları gerçek işlevsel anlamları doğrultusunda yorumlanmalıdır. Bu yorumlama ilkesi, Şeriat ile Sufilerin iddiaları arasındaki çok eski gerginlik durumunda olduğu gibi, diğer manevi ve sosyal problemlere de uygulanmalıdır.

İşte fıkhi Hadis problemi de, gerçek ahlaki değeri, tarihi şartların belirlediği arka plandan çıkarmaktan ibaret olan, duruma göre yorum (situational interpretation) ilkesi doğrultusunda ele alınmalıdır. Fıkhi Hadisi, doğrudan uygulanmaya hazır bir kanun olarak değil de, yeniden incelenmesi gereken bir problem olarak görmemiz gerekir. Şüphesiz ki, bu nazik bir problemdir ve dolayısıyla basiretli ve tedbirli bir şekilde  ele alınmalıdır, ama mutlaka ele alınmalıdır. Örnek olarak riba (faiz) problemini hatırlatalım. Yukarıda da açıklandığı üzere Kur’an kapitalin haksız olarak birçok defada arttığı bir muamele olması sebebiyle ribanın ticari bir muamele tanımına girmeyeceğini söylemekle, onun yasaklanmasının gerisindeki gerçek sebebi açıklığa kavuşturmaktadır. Tarihi Hadis, bunun, gerçekte İslam öncesi Arapların uygulaması olduğunu bize bildirmekle bu hususu teyid etmektedir. Alacaklıya herhangi bir fayda sağlayan her türlü borç verme işleminin riba olduğu yolunda genel bir prensip vazetmekle çeşitli faaliyetleri riba tanımına sokan fakihlerin, bu konuda ne kadar sert bir tavır takındıklarını görmüştük. Ama aynı anda, bize riba uygulamasını sadece yiyecek maddeleri, altın ve gümüş ile sınırlı olduğunu ve dolayısıyla bu maddeler dışında riba’nın hiçbir uygulama alanı bulunmadığını söylüyorlar.3  Bunun açıkça anlamı şudur: mesela, belli bir miktar pamuk alacaklının anlaşma anında arzu ettiği artış karşılığında altı ay sonra iade edilmek şartıyla ödünç verilebilir. Gayet tabidir ki bu, biraz önce zikrettiğimiz genel prensiple çelişki arz etmektedir. Bütün bu gelişmeler göstermektedir ki, söz konusu olan kesin bir şekilde belirlenmesi arzu edilen Kur’an yasağının ahlaki bakımdan sürekli olarak yorumlanmasıdır. Elbette ki, ortada bu özel ahlaki, fıkhi yorumu bütün durumlarda ve bütün şartlarda kabul etmemizi gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Diğer taraftan bugünkü banka faizinin meşru bir biçimde ticaret tanımına girdiğini inkar etmek kolay değildir. Faizsiz bankanın bugünün dünyasında işleyip işlemeyeceğine karar vermek ekonomistlere ve para uzmanlarına aittir. Eğer işliyorsa, ne ala. Ama işlemiyorsa, bu takdirde titiz bir şekilde kontrol edilen bir ekonomiye sahip olan günümüz ticari bankacılığının Kur’an’ı yasaklamanın kapsamına girdiği ve Nebevi Sünnet tarafından lanetlendiği hususunda ısrar etmek, ne tarihi gerçeklerle ne de dini dürüstlükle bağdaşır bir durumdur. Bu, olsa olsa insana olan güven duygusunun yok olmasının yol açtığı şiddetli bir bunalım ve her türlü insani projeyi alaya alan aşırı bir umursamazlık durumudur. “Kur’an ve Sünnet bize, katı bir şekilciliğe saplanmamız için değil, onları ahlaki açıdan doğru bir şekilde anlamamız ve uygulamamız için bahşedilmiştir.”

Yeni bir yaklaşımla Hadisi, Sünnet’e  -yani başlangıçtaki konumuna- indirgeyebilir ve durumuna göre yorum metoduyla, bugünkü durumumuza uygulayabileceğimiz normları  ihdas edebiliriz. Dikkat edileceği üzere biz Hadis’i genelde tam olarak tarihi kabul etmemekle birlikte, onunla (Hadis) ilgili olarak ‘’Mevzu’’ ya da ‘’Uydurma ‘’ terimlerini kullanmadık; ama onun yerine ‘’İfade etme- formule etme’’ terimini kullandık. Çünkü Hadis, söz olarak Hz.Peygamber’e ulaşmasa da ruhu kesinlikle ulaşmaktadır; bu bakımdan Hadis büyük ölçüde, bu Nebevi Model’in ya da ruhun, içinde bulunulan şartlar doğrultusunda yorumlanması ve ifade (formule) edilmesidir. Bu sebepledir ki, ‘’Mevzu’’ terimi ile eşanlamlılarının, Hadis’in mahiyeti hakkında kullanılması yanlış olurdu.Şu halde ‘’ İfade(formule) etme’’ terimi lafzen doğru bir terimdir. Hadise mevzu diyemeyiz; zira Yaşayan Sünnet’i  yansıtmaktadır. Yaşayan Sünnet ise bir uydurma değil, fakat Nebevi Sünnet’in sürekli bir biçimde yorumlanması ve ifade edilmesidir. Şu anda bizim yapmak istediğimiz hadis’i, tarihi yorumla, yeniden Yaşayan Sünnet terimlerine dönüştürmektir; ta ki, uygun bir etik teori ve bu teorinin Fıkha yeniden uygulanması sayesinde ondan bizzat kendimiz için normlar çıkarabilelim.

Bir endişe, vicdanlı birçok müslümanı rahatsız edecektir. Oda şudur: Nebevi Sünnet’i içeriğini tarihen ve açık bir şekilde saptamak ve belirlemek imkansız bulunmaktadır; öyleyse bu takdirde, Hz. Peygamber ile cemaat arasındaki bağ kaypak olacak ve dolayısıyla’’ Nebevi Sünnet’’ kavramı kesin olarak ortadan kalkmış olacaktır. Ancak bu endişe gerçek değildir. Bir kere, birçok haber vardır ki, bunlar Nebevi Sünnet’in içeriğinin tarihi olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Mesela namaz, zekat, oruç, hacc vb. ibadetler, detaylı şekildeki uygulamalarıyla öylesine nebevidirler ki, bu gerçeği sadece dürüst olmayan ya da deli biri inkar edebilir. Gerçekten de, tarihi Hadis , yani Hz. Peygamber’in biyografisi, önemli noktalarda kesin olarak açıktır.Ve bu nedenle bizzat Teknik Hadis’in -yorumlanırken- en önemli desteği olarak işe yaramaktadır.Sadece Hz. Peygamber’in değil aynı zamanda ilk cemaatin tüm özellikleri şüpheye mahal kalmayacak şekilde tespit edilmiştir.Ve tarihi detaylarda problemler olsa bile öz ile ilgili hususlarda , hiçbir şekilde tartışmaya açık değildir. İşte, Kur’an dışında Hz. Peygamber ve ilk cemaat hakkında kesin olarak bilinen bu geçmişe dayanarak Hadisi yorumlayabiliriz. Teknik Hadis’teki salt nebevi unsurları izlemek güç olabilir. Ve hatta onların tamamını şüpheye yer bırakmayacak şekilde elde etmek imkansız bile görülebilir; ancak yine de onlardan belli bir kısmını elde edileceğinde şüphe yoktur. Önemli bir noktada konuya yaklaşımımız, geleneksel yaklaşımdan tamamen farklıdır: Salt tarihe, hadisten daha çok güven duymaktayız ve hadisi kısmen tarihin ışığında değerlendirmeyi arzulamaktayız.(Kısmen diyoruz; zira dikkate alınması gereken Kur’an da vardır.) Halbuki, geleneksel yaklaşım bu konuda açıkça farklı bir yol izlemektedir. Ancak geleneksel yaklaşım Teknik Hadis lehine görüş serdetmiştir; bununla birlikte bu iddia için sağlam delil mevcut değildir. Ve üstelik bizim sunduğumuz birçok delil bu iddiaya karşı bulunmaktadır. Hz.Peygamber’in biyograflarından biri olan Muhammmed İbn İshak’ın Malik tarafından eleştirildiği iddiası, muhtemelen sonraki döneme ait bir muhaddisin görüşüdür; çünkü biz Ebu Yusuf’u İbn İshak’tan iktibaslarda bulunurken görüyoruz.4

1  Mu’tezile hk. bkz. ; Şafii, Kitabu’l-Umm, VII, 252 15. sat. Haricîlerin Sünneti kabul ettikleri hakk. Bkz. ; Cahız, Beyân, Kahire 1948, VII, 122 13. Sat. Burada Haricî (İbâdî) lider Ebu Hamza’nın yapmış olduğu bir konuşma söz konusudur.Hatta Haricîler hadisi bile kabul etmişlerdir (bkz. İbn. Kuteybe, Te’vilu Muhtelifi'l-Hadis, 1326 h. s. 3).

2 Bkz. L. Caetani, Annali Dell’ Islam, giriş, isnad ile ilgili kısım. İsnad başlangıçları genellikle bizzat müslüman otoriteler tarafından iç savaşa (fitne), yani Emevî halivesi Velid’in öldürülmesine atfedilmiştir. Yine bkz. J. Schacht. Origins, s. 36.
3 Beyhâkî, a.g.e. s. 286.
4 Eb’u Yusuf, er-Redd, s. 7, 13 vd.

Prof. Dr. Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslamî Metodoloji Sorunu, Çev.: Prof. Dr. Salih Akdemir, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1995.


              Sünnet ve Hadis / Prof.Dr.Fazlur Rahman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder