Röportaj: Zeynep Şüheda Sağma
Z. Ş. Sağman: Kur’an’ı Kerim’in anlattığı
Peygamberle, sonradan teşekkül etmiş olan İslam kültür kaynaklarında tasvir
edilen Peygamber arasındaki farkları görmek istiyoruz. Bu konu üzerinde
konuşacağız. Her şeyden evvel ‘Sünnet’i konuşmalıyız sanırım. “Sünneti” düşünüp
konuşmaya nereden başlamalıyız?
B. Erul: Gerek Hz. Peygamberle ilgili gerekse
sünnetin anlaşılmasıyla ilgili derginizin gösterdiği bu hassasiyete teşekkür
etmek istiyorum. Tabi sünnetten söz edebilmek için öncelikle sünnetin
sahibinden söz etmek gerekiyor. Sünnetin sahibi Allah Resulü, onun risaletini,
onun peygamberini çok iyi anlamamız lazım. Hz. Peygamberi anlayabilmemiz ve
doğru amel edebilmemiz için çok iyi okumamız gerekiyor. O bakımdan sünnetten
önce belki en çok üzerinde durmamız gereken konu Peygamberlik müessesesi,
Peygamber anlayışıdır. Peygamberimizin(as) nasıl anlaşılması gerektiği, hangi
kaynaklara dayanarak Peygamberimizi okumamız, anlamamız, öğrenmemiz gerektiği
üzerinde durmamız gerekiyor. Sizin sorunuzda işaret ettiğiniz husus da zaten
cevabı içerisinde saklamakta. İlk olarak Kur’an’ın anlattığı peygamberden söz
ediyorsunuz, bir de kültürümüzün; İslam kültürünün anlattığı peygamberden söz
ediyorsunuz. Bu soru içerisinde bir ‘farklılaşma’ tespiti çıkıyor ortaya.
Kur’an’ın anlattığı peygamber ile İslam kültürünün anlattığı peygamber anlayışı
arasında ciddi bir fark varmış gibi bir tespit var. Bir defa Kur’an’ı Kerim’e
baktığımız zaman Kur’an’ı Kerim iki hususu ortaya koymaya çalışıyor. Bir tanesi
İslam öncesi cahiliye Araplarının, müşriklerin kafalarındaki peygamber
anlayışını reddederek, müşrik bir kafanın ne tür bir peygamber algısına sahip
olduğu, bir peygamberden neler beklediği, bir peygamberin diğer insanlardan
farklı nasıl üstün bir varlık olduğuna ilişkin tespitler yapmakta… Buna biz
şimdilik ‘cahili peygamber anlayışı’ diyelim. Birçok ayeti kerimede cenabı
Allah bu cahili peygamber anlayışını ortaya koymakta ve hemen arkasından
onların bu yanlış peygamber tasavvurlarını reddetmekte ve doğru bir peygamber
anlayışının nasıl olduğuna da tek tek ayetlerle ifade etmektedir. Biz buna da
‘Kur’ani Peygamber anlayışı’ demeyi tercih ediyoruz. Yani Kur’an iki şeyi
birden yapıyor. Bir taraftan cahili peygamber anlayışını reddediyor, diğer
taraftan da ‘Kur’ani peygamber anlayışını’ ortaya koyuyor.
Z. Ş. Sağman: Aradaki fark nedir.
B. Erul: Cahiliye zihniyetindeki peygamber
anlayışında, normal bir beşerin peygamber olamayacağı, peygamber olan şahsın
birçok mucizeler, birçok harikuladeliklerle, beşer üstü, melek gibi bir varlık
olması yatıyordu. Kur’an’ı Kerim’in İsra Suresinin 90-95’inci ayetlerinde,
Furkan Suresinin 4’üncü İle 10’uncu ayetleri arasında müşriklerin birçok
beklentisi var. Mesela diyorlar ki: “Bu peygambere ne oluyor ki yiyip içiyor,
sokaklarda dolaşıyor, ona bir melek inmeli değil miydi, yanında bir uyarıcı
olmalı değil miydi veya kendisine bir hazine verilmeli değil miydi, ,ç,nden
yiyip içtiği bir cenneti, bahçesi olması gerekmiyordu?” şeklinde beklentileri
var. İsra Suresindeki ayetlerde de aşağı yukarı “içerisinden pınarlar fışkıran
bir üzüm, hurma bahçesi olsaydı, gökyüzünden parçalar indirebilseydi, Allah ve
Melekler böyle yanında olsaydı, altın madeninden yapılma bir evi olsaydı yahut
göğe yükselseydi” gibi birçok teklifleri var. Müşrikler ve cahiliye Araplarının
bu tekliflerine, Cenab-ı Allah’ın Efendimize vahiyle söylediği bir cevap var:
“Deki: Ben Rabbimi tenzih ederim, ben sadece bir ‘beşer resul’ değil miyim?”
Z. Ş. Sağman: Kur’an peygamberi bu şekilde
tanımlıyor!
B. Erul: Kur’an’ın peygamber anlayışı bu!
Beşer-Resul… Yani bir tarafıyla beşer, bir tarafıyla Resul. Aynı şekilde Furkan Suresinde de cevaplar
veriliyor. Müşriklerin Peygamberi (as) Peygamber olarak tanımaya başladıkları
günlerde ortaya koydukları tepkiler çok manidar. Aslında Muhammed’ül Emin
olduğunu biliyorlar. Mekke’nin gözbebeği, ahlak timsali bir şahıs var. Hiç
kimse onu yalancılıkla itham edemiyor, safa tepesinde söyledikleri gibi:
“senden asla yalan işitmedik” diyorlar. Fakat müşrikler Hz. Peygamber
kendisinin peygamber olduğunu iddia ettikten sonra çok sert tepkiler
gösteriyorlar. Sebebini şöyle izah edebiliyoruz. Müşrik zihniyetindeki
peygamber algısıyla Mekke’de doğan,
büyüyen, kendilerinden birisi olan, Abdullah’ın oğlu Muhammed(as)
arasındaki farka, açıya bakıyorlar çok büyük. Yani zihinlerinde beşer üstü bir
varlık var, gözlerinin önünde ise bir yetim, bir öksüz, şimdiye kadar bir
kahramanlık iddiası olmamış, idarecilik iddiası olmamış, bir şairlik iddiası
olmamış, çok zengin değil, aşiret reisi değil, Mekke’nin ileri gelenlerinden
birisi değil… Bu bakımdan birkaç tane ayette “Allah, risaleti buna mı verdi. Bu
da bizim gibi bir beşer” şeklinde ciddi tepkileri var.
Z. Ş. Sağman: Sünnet anlayışımızın oluşmasında
Peygamberin ‘beşer olması’ ne anlama geliyor?
B. Erul: Sünnet anlayışıyla ilgili olarak beşer
olmasının anlamı nedir? Bunun üzerinde durmamız lazım. Aslında Kur'an'ın 'beşer
resul' vurgusu çok önemli. Ayetlerde diyor ki: "Eğer yeryüzünün sakinleri
melekler olsaydı biz peygamberleri meleklerden gönderirdik." Yeryüzünde
yaşayan mükellef/sorumlu varlıklar insanlar olduğuna göre insanlara örneklik
yapabilecek bir peygamberi Cenab-ı Allah kendi içlerinden yani insanlardan
seçmiş oluyor. Eğer peygamberlik, insanlara rehberlik amacı güden, yol gösterecek
bir müessese ise bu yol göstericinin o insanların haliyle hallenmesi, o
insanlar gibi yaşaması, o insanlar gibi bir insan olmasından tabii bir şey
yoktur. Elbette geçmiş peygamberler de peygamberdir, onlar da beşerdir ama
diğer peygamberlerde Kur'an'ın anlattığı bir takım mucizeler görüyoruz. Hz.
Muhammed ise daha çok Mekke'de doğup büyüyen sade, tabii, mütevazı bir hayat
yaşayan ve tabiri caizse ilahi iradenin tam kırk sene gizlediği, öne
çıkarmadığı, toplumda sivrilmeyen bir Muhammed'ül Emin oluyor. Cibril gelip,
Hira Mağarasında ilk defa O’nun peygamber olduğunu söylüyor. Bir ömür boyu
herhangi bir iddiası olmayan, ‘iman nedir, kitap nedir bilmeyen’ Hz. Muhammed
Mustafa (as)’ın ortaya koyduğu risalet davası cahiliye müşrikleri tarafından
kabul görmemiştir. Burada ‘beşer-resul’ ifadesi ile kelime-i şehadetteki “ve
eşhedu enne muhammeden abduhu ve resuluhu” ifadesi tam bir uyum arz etmektedir.
“Abd resul” şeklinde geçmektedir. Aslında her iki ifadede önceki iki dine cevap
vardır. Yani Hz. Peygamber ‘beşerdir, kuldur.’ Hıristiyanların Hz. İsa’yı
ilahlaştırdıkları gibi herhangi bir ilah pozisyonunda değildir. Resuldür!
Yahudilerin geçmiş peygamberleri kovdukları, dövdükleri, sövdükleri,
öldürdükleri gibi sıradan bir beşer de değildir. Yani ‘risalet’ vasfıyla
‘beşer’ vasfı peygamber(as) içinde öyle bir bütünlük oluşturmaktadır ki, zaman
zaman alimlerimiz peygamber efendimizin yaptığı herhangi bir davranışı beşer
olarak mı yaptı, peygamber olarak mı yaptı, bunları bile tartışma ihtiyacı
hissetmişlerdir. Yani ikisi bir bütündir.
Sahabe açısından bu problem değildi. Neden? Çünkü
sahabe daha sonraki nesillerden farklı olarak birkaç avantaja sahipti. İlk
olarak; Hz. Peygamber’in peygamberlik öncesini biliyordu birçoğu. Yani vahiy
öncesi, risalet öncesi Mekke’de yaşayan Muhammed bin Abdullah’ı kendileri gibi
çocukken gördüler, gençken gördüler, sürü otlatırken gördüler, beraber ticaret
yaparken gördüler vs… Risalet geldi peygamberliğini de gördüler. Ve peygamber
olarak gerek Mekke’de gerekse Medine’de, gerek yolculuklarda, gerekse
savaşlarda, kendileri gibi etten, kemikten, ama her şeyiyle örneklik sergileyen
bir peygamber gerçekliğini bizzat görerek yaşadılar. Mesela bizler okuyarak,
duyarak, hissederek anlamaya çalışırken onlar dokunarak, beraber gülerek, beraber
ağlayarak, beraber acıkarak, beraber savaşarak o gerçekliği yaşadılar.
Dolayısıyla sahabe açısından fazla bir problem yoktu bence. Ancak daha
sonraları şöyle bir problem baş gösteriyor: Efendimizin ahirete intikalinden
sonra artık çocuklarına, torunlarına peygamberimizi anlatan sahabiler elbette
23 sene beraber yaşadıkları, risaletten öncesi ile birlikte 63 sene birlikte
yaşadıkları o ‘sevgiliden’ ayrı kalmanın hasretiyle, aşkıyla, şevkiyle tutuşan
kalpleri ve gönülleriyle peygamberi anlatmaya başladılar. Bu anlatma esnasında
‘gerçeklik’ yerini biraz hissiyata bıraktı. Artık, bilinen-yaşanan bir
peygamber, yerini duygusal anlatımlara bırakabildi. Mesela bir iki örnek
verecek olursak: Sahabeye soruyorlar: ‘Hz. Peygamber nasıldı, yani yüzü ne
kadar parlaktı?’ Sahabe diyor ki: “dolunay gibiydi”, “kılıcın parlaklığı kadar
beyazdı” Şimdi ‘gönül gözü’ böyle görüyor. Zaten birikmiş bir özlem var,
özlediği içinde yıllar geçtikçe içindeki ihtiyaç gittikçe artıyor. Gönül
gözüyle efendimizi öyle görmeye başlıyor. Oysa sirete Hz. Peygamberin hayatına
baktığımız zaman aslında Türk filmlerinde olduğu gibi Peygamber Efendimizin
yüzünden ışık huzmeleri falan yayılmıyor. Elbette nurani bir sima olacak ama
Hz. Ebubekir ile peygamber efendimizin mübarek yüzleri arasında çok da
hissedilebilir bir fark olacağını zannetmiyorum. Burada zannımla söylemiyorum.
Şöyle delillendireceğim: Medine’ye hicret gerçekleştiğinde, Müslümanlar
Peygamberimiz(as) ile Hz. Ebubekir’i coşkulu bir şekilde karşılıyorlar. Orada
efendimiz bir ağacın gölgesine oturmuş istirahat buyuruyorlar. hoş geldinleri
Hz. Ebubekir kabul ediyor. Medine’de Müslüman olmuş, peygamberimizi hiç
görmemiş, ilk defa görecek insanlar Hz. Ebubekir’i peygamber zannetmiş. Ne
zamana kadar? Güneş dönüp de Peygamberimizin mübarek üzerinden, vücudundan
gölge sıyrılıp güneş vurunca Hz. Ebubekir cübbesiyle peygamberimizi
gölgelendirmeye başlıyor. O zaman anlıyorlar ki Peygamber ayakta kalan değil
yerde oturandır. Şimdi yüzü o sahabenin anlattığı gibi dolunay olsaydı veya
kılıç gibi parlasaydı böyle bir yanılgıya düşülür müydü? Buradan biz neyi
öğreniyoruz.
1-Peygamberimizin yüzünün o sahabenin anlattığı gibi
olmadığını,
2-Bazı rivayetlerde olduğu gibi Hz. Peygamberin
üzerinde bulut gezmediğini, öğrenmiş oluyoruz. Çünkü ağacın gövdesinde duruyor
ve güneş kayınca gölge de kaymış oluyor. Fakat aynı sahneyi anlatan
rivayetlerde şöyle bir ayrıntı çok hoştur: Yahudi bilginlerden Abdullah bin
Selam dayanamamıştır, hakkında çok şeyler duymuştur, merak eder, gider
peygamberin yanına, “Bir bakayım şu nasıl bir adammış” diye. Tabi bilge bir
insan! Hz. Peygamberin yüzüne bakar bakmaz; “O’nun yüzüne baktım, gördüm ki, O
asla bir yalancı yüzü değildir” diyor ve iman ediyor. Bakın İslam tarihinde,
Peygamberimizin hayatı boyunca İslam’a giren Yahudilerin sayısı bir elin
parmaklarını geçmez. Bunlardan bir tanesi de Abdullah bin Selam’dır. Yani o
keskin ve bilge bir göz, Hz. Peygamberin yüzünün en azından yalancı bir yüz
olmadığını, samimi bir insan olduğunu ortaya koyuyor. Sahabede böyle bir ‘gönül
dili’ kullanılmaya başlandığını görüyoruz. İlerleyen yıllarda, ancak bunlar
genel olarak sahabeye bakıldığında oldukça azdır. Hadis tarihi açısından
meseleye baktığımızda şöyle bir problem var, şu soruyu sorarak geçmiş olayım:
Mesela Hz. Aişe annemiz peygamber efendimizle 8–9 sene birlikte yaşıyor, 2400’e
yakın rivayeti var. Peygamberimizden hadisleri, sünnetleri naklediyor. Daha
yakınlarda okudum, bu 2400 kadar rivayet içerisinde Hz. Aişe Peygamber
Efendimiz hakkında herhangi bir olağanüstülük anlatmıyor. İlginçtir! Yok, böyle
bir şey yok! Fakat Hz. Peygamber hakkında gelen olağanüstü, hissi mucizelerle
ilgili, harikulade hadiselerle ilgili bu tür rivayetler belli sahabiler
aracılığıyla geliyor veya belli sahabilere nispet ediliyor. Bunlardan bir
tanesi, diyelim ki Enes bin Malik, bir tanesi Cafer bin Abdullah… Neden bu tür
rivayetler o şahıslardan geliyor da Hz. Aişe’den gelmiyor? Hâlbuki Hz. Aişe
Peygamberimize çok daha yakın. Bu bir sorudur. Bu soruya cevap verebilmek için
bir röportaj yetersizdir. Belki doktora tezleri hazırlanmalı, detayıyla
incelenmelidir. Ancak bir örnek olsun diye söyleyeyim. Mesela Sahih-i Müslim’de
geçen bir rivayetimiz vardır. Hz. Peygamberin sütannesinin yanındayken göğsünün
yarılmasına dair bir rivayet… Şimdi o rivayetin devamında Enes Bin Malik diyor
ki: “Ben Hz. Peygamberin göğsündeki dikiş izlerini görüyordum.” Gerçekten dikiş
izleri varsa bu izleri neden Hz. Aişe görmüyor, Hz. Hafsa görmüyor, Safiye
annemiz görmüyor? Yani Peygamberimizin farklı zamanlarda kaç tane hanımı var,
neden bu hanımlardan birisi görmüyor? Eşinin vücudunu hanımı daha fazla
görecektir. Ama bu tamamen manevi bir arınma, manevi bir operasyon ama
cismanileştirilmiştir, maddi bir hale dönüştürülerek anlatılmıştır ve bunun
arkasından dikiş izleri de görülmeye başlanmıştır.
Tabi burada bunu söyleyen gerçekten Enes bin Malik
midir? Yoksa gelişen peygamber tasavvuru hadisleşmiş ve bir şekilde Enes bin
Malik’e mi nispet edilmiştir, bunları sorgulamamız lazım! İşte sahabe
sonrasında özellikle 1. 2. ve 3. asırda Müslümanlar Ehl-i Kitap’la birlikte
yaşıyorlardı. Hıristiyanlarla, Yahudilerle birlikte yaşıyorlardı. Birlikte
yaşama kültürü içerisinde her din kendi peygamberini ve mucizelerini öne
çıkarıyordu ki bu mucizeleri Kur’an da anlatıyor ve zaman içerisinde
Müslümanlar Kur’an’ın peygamberlerle ilgili mucizelerini hem okuyup hem de
duyduklarından dolayı Hz. Muhammed’de de benzer mucizelerin hasıl olduğunu ve
daha iyisini daha üstününü ortaya koyduğunu ifade eden konuşmalara, rivayetlere
yer vermeye başladılar ve ‘beşer resul’ olan peygamber adeta beşer üstü, hep
mucizelerle ve harikuladeliklerle anılan bir tasavvura dönüşmeye başladı.
Z. Ş. Sağman: Bugün Hz. Peygamberi kendi şartları
içinde değerlendirmek mümkün mü? Değerlendirirken kendi şartları içinde mi
değerlendirmek gerekiyor yoksa bugünkü şartları esas alarak mı değerlendirmek
gerekiyor?
B. Erul: İkisi birlikte… Şimdi şöyle düşünelim.
Vahiy tecrübesini hatırlayın. Hira Mağarası’nda Mekke’deki birkaç muvahhid gibi
peygamberimiz de inzivaya çekilmiş bir gün. Ansızın bir varlıkla karşılaşıyor
“oku” diyor, “ben okuma bilmem”, “ne okuyayım” diyor. Ve neticede korkarak
Mekke’deki evine geliyor. Hz. Hatice’ye “kendi hakkımda korktum” diyor. Hz.
Hatice’nin peygamberi teselli edişi vardır burada. Peygamberimiz neden korkuyor?
Mekke müşrik zihniyetinde cin, kahin, şeytan gibi farklı varlıklar ve bu
varlıkların insan üzerindeki olumsuz etkileri çok ciddi bir etkiye sahip. Melek
olduğu aklına bile gelmiyor çünkü peygamberlik beklentisi yok. Kur’an’ da zaten
“sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin” diyor. Acaba “cin tasallutu altında
mıyım” korkusu var. Yatağına giriyor, istirahat ediyor. Bizim daha önce de
öğrendiğimiz peygamberlik tasavvurundan hareketle, bütün bu rivayetlerde Hz
Hatice’nin şöyle demesi beklenmez miydi? “Sen niçin korkuyorsun ki, senin
küçükken göğsün yarılmadı mı, bulut başının üzerinde gezmiyor muydu, sana
Mekke’de taşlar, ağaçlar, kuşlar selam vermiyor muydu? Senin çok farklı bir
varlık olduğun zaten hep belli değil miydi?” gibi şeyler demeliydi. Oysa Buhari
ve Müslim’in ittifakla naklettikleri rivayete göre Hz. Hatice: “Allah’a yemin
olsun ki, Allah seni asla rezil rüsvay etmez. Çünkü sen; akrabaları gözetir,
muhtaç olanlara, yoksul olanlara kazandırır, güçsüz, zayıf, engelli olanları,
onların sorumluluklarını yüklenir, doğru söyler, elinden hakları alınan hak
sahiplerine yardım edersin” şeklinde beş yahut altı madde sayılıyor. Bu
maddeler ilk inen ayetlerden birisinin açılımıdır aslında. “Şüphesiz ki sen
büyük bir ahlak üzerinesin.” Hz. Hatice’nin peygamberle ticari, sonrasında
ailevi ilişkileri var ve “böyle bir adama cin musallat olmaz” diyor. Bu şekilde
bir tesellide bulunuyor. Bir hanımın eşine yapabileceği en büyük desteği
sağlıyor. Ama bununla da kalmıyorlar, Varaka bin Nevfel’e gidiyorlar.
Kaynaklarımıza göre de Varaka tevhid inancına sahip bir Hıristiyan…
Peygamberimizi dinledikten sonra diyor ki “Bu, Musa’ya indirilen (büyük melek)
namustur. Keşke kavminin seni çıkaracağı zaman yetişsem de sana destek olsam.”
Varaka her şeyi fark ediyor. Bunu ikrar da ediyor.
Z. Ş. Sağman: Bunu sahabe mi yapmıştır yoksa
Hıristiyan ve Yahudiyken Müslüman olanların söylediklerine binaen mi ortaya çıkmıştır?
B. Erul: Daha sonraki kuşaklar, yani sahabe
döneminde vefatla birlikte biraz duygusal anlatımlar başlıyor. Asıl ‘beşer
üstü’ hale çekme durumu daha sonraya sarkıyor gibi geliyor bana. Bu tür
rivayetler daha sonra popüler kültür dediğimiz halk kültürüne intikal ettiğinde
gerek halk kültüründe gerekse vaaz, nasihat, kıssa, hikâye türü kitaplarda çok
ciddi anlamda yankılar buluyor. Pek çok uydurma rivayetler veya çok çok zayıf
rivayetler peygamberimizi harikulade, olağanüstü göstermeye başlamakta beşer
üstü bir varlık gibi göstermektedir. Bu, neticede bizim 14 asırlık İslam kültür
tarihinde asırlardır tevarüs eden bir peygamber tasavvuruna dönüşmüştür. Şu
anda halkımızın peygamber anlayışına baktığımızda Kutlu Doğum Haftalarında
filan bu tür anlatımlara çok yer verilebiliyor. Bunlara baktığımız zaman halkı
coşturabilmek, ağlatabilmek adına kullanılmaya başlanmıştır. Uydurma hadisler
ve rivayetler hep malzeme olarak kullanılmaktadır.
Z. Ş. Sağman: Sadece ülkemiz insanının bir sorunu
mudur bu tür bir peygamber tasavvuru
B. Erul: Sadece bizde değil İslam âleminin
tamamında… Hatta bu asrın başı veya önceki asırlara döndüğümüzde Ahmediye,
Muhammediye türü kitaplar vardır. Bu tür kitaplar menkıbevi anlayışı
desteklemiştir. Hatta enteresandır bundan 70-80 sene önce halkın elinde Kur’an
yokken, Anadolu’nun birçok yerinde halkın elinde bu Ahmediye, Muhammediye türü
kitaplar yaygındı. İnsanlar peygamberi Kur’an’dan anlamayı değil de bu tür
kitaplardan okumayı, anlamayı yeğlemişlerdir. Ve cahiliye peygamber
anlayışından sonra Yüce Rabbimizin ortaya koyduğu Kur’an-i peygamber anlayışı
bir süre sonra tekrar cahili peygamber anlayışına, beşer üstü peygamber
telakkisine dönüştürülmüştür. Yapılması gereken, Rabbimizin Kur’an’da
Peygamberi nasıl anlattığına bakmak olmalıdır. Bizim bu uydurma hadislere
aldanmamamız için yapmamız gereken tek şey, Yüce Allah’ın bize bahşettiği
Kur’an’ı okumak ve anlamaktır. Biz yüksek lisans dersimizin birinde
peygamberimizle ilgili Kur’an’daki ayetleri okuyoruz. Nüzul sırasına göre
okuduğumuz zaman Peygamberimizi çok iyi tanıma imkânı buluyoruz. Kur’an’daki
sureleri, hem Mekki hem de Medeni olarak inceliyoruz. Peygamber efendimizin
zamanına ve o günün şartlarına göre değerlendiriyoruz. Muhammed bin Abdullah,
Muhammed Rasulullah oluyor, bu bir süreç… Bu süreç içerisinde O(as) Allah
tarafından inşa ediliyor. Kur’an Peygamber efendimizin içinden geçenleri bile
bize bildiriyor.
Z. Ş. Sağman: Peygamberi tanırken bir takım
sapmalarla karşılaşabiliyoruz. Mesela ne gibi sapmalarla karşı karşıyayız
B. Erul: Sapmalarla ilgili birkaç tane farklı
anlayış var. İlk olarak, uydurma, zayıf ve problemli rivayetlere dayanarak Hz.
Muhammed’i abartarak anlatan, beşer üstü kılan ve O’nu örnek almamızı
engelleyen bir üslup var. Kur’an’a baktığımızda bu rivayetler Kur’an’a aykırı,
siret gerçeğine aykırı, Peygamberin sünnetine de aykırı aslında. İşte bunlar
kutlu doğumlarda anlatılıyor. Efendimize karşı sınırsız sevgi ve saygı, ilmi
verileri altüst ediyor. Doğruymuş, yanlışmış buna bakmıyorlar. Bir naatta, bir
şarkıda bulunduğunda bu kısmen tolere edilebilir. Ancak bunlar ‘hakikatmiş’
gibi anlaşılmaya başlandığında büyük sorunlar ortaya çıkıyor.
İkincisi ise; Hz. Muhammed’i sadece vahiy yani
Kur’an’ı getiren birisi olarak gören bir düşünce, başka bir uç yaklaşım… Bu da
yanlış.
İlkinde peygamberi yücelteyim derken ilmi
yanlışlıklara düşüp ayetleri ve hadisleri saptıran yanlış bir peygamber
anlayışı görülmektedir. Bu yanlışlıkların sonucunda ‘Gel ey peygamber gel’ gibi
cümleler kurulmaya başlandı. Ancak hepimiz bu dünyada yolcuyuz ve hepimiz bir
gün bu dünyadan gideceğiz. Biz peygamberimizin ümmetinden olmak için çalışalım.
Kutlu doğumlarda da hep “gel, gel ey nebilerin
nebisi” denir. Hep benmerkezci düşünülür. Biz duralım, O bize gelsin. Nereye
davet ettiğimizi de bilmiyoruz. Öyle olmaktansa, hepimiz O’nun gittiği yöne
doğru giden bir yolcuyuz. Öyle bir hazırlık yapalım ki O bize değil biz O’na
doğru gidelim. Burada işin duygu yönü ağır basıyor. Kur’an’ın anlattığı
peygamberi okumuyoruz.
Burada efendimizi daha yakından tanımamız için benim
yöntem olarak söylediğim ikinci – üçüncü aşama var, onları da söyleyeyim.
Kur’an’dan iyi bir zemin oluşturulduktan sonra, bir de efendimizi kendi
dilinden anlamamız gerekiyor. Benim derlediğim yetmiş kadar hadis var, bunlar
güvenilir hadis kaynaklarından seçtiğimiz hadisler. Efendimiz kendisi hakkında
da konuşuyor. Teşbihlerle anlatıyor, ashabına bazı uyarılarda bulunuyor. Kendi
dilinden kendisini nasıl anlatıyor, buna da başvurmamız lazım. Birinci aşama;
Kur’an peygamberi nasıl anlatıyor, ikinci aşama; Peygamber kendisini nasıl
anlatıyor? Sahih rivayetlerle bunları Kur’an ölçüsüne vurarak okuduğumuz zaman
efendimizi daha yakından tanımış oluyoruz.
Üçüncü aşamada da sahabenin tanıklığına başvurmamız lazım. Sahabe Hz.
Peygamberi nasıl anlatıyor. O birlikte yaşayan insanların şahitlikleri,
gözlemleri nelerdir? Buralardan hareketle peygamberimizi yakından tanıma
gayreti içerisinde olmamız gerekiyor. Ancak Kur’an elimizde, onun ayetlerinin
sıhhatiyle ilgili hiçbir şüphemiz yok; ama ikinci ve üçüncü maddede hep
rivayetlerle karşı karşıyayız ve bu rivayetleri de tek tek değerlendirmemiz
lazım. Çünkü uydurma rivayetler bazen peygamberin dilinden böyle bir formla da
anlatılabiliyor veya sahabenin dilinden de anlatılabiliyor. Burada daha seçici
olmamız gerekir.
Z. Ş. Sağman: Bu noktada “Usvetun hasene’yi konuşmak
istiyoruz hocam. Değişen şart, farklı coğrafya, farklı düşünce parametreleri,
çok farklı siyasi atmosferin hakim olduğunu biliyoruz. Mesela: 'Çağdaş şöyle
bir soruna, peygamberin şöyle güzel örnekliğinden, şöyle güzel bir sünnet
çıkartabiliriz' gibi, günün şartlarıyla örtüşecek somut birkaç örnek vermeniz
mümkün mü? Bu bağlamda "usvetün haseneyi" açıklar mısınız?
B. Erul: Peygamber anlayışı üzerinde bu kadar
konuştuktan sonra bütün bu tartışmanın devamı sünnet anlayışına geliyor. Sünnet
derken neyi kastediyoruz, nasıl bir sünnet anlamalıyız ve bu anladığımız sünnet
günümüzde ne işe yarar? Belki sorular bu minvalde geliştirilebilir. Son dönemde
sünnet ile hadis arasında şöyle bir fark gözlemleyebiliyoruz. Hadis peygamber
efendimizin dilinden sadır olan veyahut peygamber efendimizin hayatına dair
anlatılan her türlü sözlü ve yazılı ifadeler. Sünnet ise peygamber efendimizin
ortaya koyduğu, sergilediği örnek davranışlar. Öyle hadislerimiz var ki bundan
hiçbir sünnet çıkmaz. Diyelim geçmiş kavimlerde şöyle şöyle birisi vardır
dersin, bundan bir sünnet çıkmaz. Ama öyle hadislerimiz vardır ki ondan 3–5
tane sünnet çıkar. Sünnet nedir dediğimizde, mademki 'usvetun hasene' ayetine
atıfta bulunduk, ayet 'Allah Resulünde sizin için güzel örnekler vardır' diyor.
Biz ayetleri bile hep cımbızlama yöntemle okuduğumuz
için, bu ayet hangi bağlamda söylenmiştir, Kur'an bunu nerde, ne diye
söylemiştir, siretin hangi döneminde, hadisesinde söylenmiştir, bunlara
bakmamız lazımdır. Ayete baktığımızda; yaklaşık bir aylık çok çetin bir savaş
olan Hendek Savaşı söz konusu… Düşman tarafı müşriklerden, bedevilerden,
münafıklardan ve Yahudilerden müteşekkil bir müttefik güçlerden oluşmaktadır.
Onun için "Ahzab" deniyor. "Ahzab" partiler, gruplar demek,
yani karşı taraf dört farklı grup olarak toplanmış, Medine'ye doğru geliyorlar.
Hz. Peygamber ashabıyla istişare ediyor ve neticede Selman-ı Farisi
hazretlerinin de önerisiyle hendek kazılıyor günlerce. (Burada da çok abartılar
var. Yani o kitaplarda verilen rakamları görseniz, bu kadar hendek ne zaman
kazılabilir, hangi araç ve edevatla kazılabilir, bunları sorgulamamız lazım.
Hiç kimsenin elinde günümüzdeki gibi modern kepçeler, greyderler yok. Belki
ellerinde doğru dürüst kazma, kürek bile yoktu. Kazılan hendek en azından bir
atlının atıyla karşıya geçemeyeceği kadar geniş bir hendekti, indiğinde de
çıkamayacağı kadar derin.) tedbirler alınmış, çok zor ve ciddi bir savaş, yani
adeta ölüm kalım savaşı, insanlar açlık çekiyor ve Hz. Peygamber bile bizzat
hendek kazıyor, toz toprak içerisinde kalmış. Tam bu aşamayı Kur'an-ı Kerim
böyle ifade ediyor. 'Andolsun Allah'a ve Ahiret gününe iman edenler için Allah
Resulünde güzel bir örnek vardır.' Burada Hz. Peygamberin örnekliği o savaştaki
cesareti, yorulmak bilmeyen enerjisi, düşman karşısında korkusuzca mücadele
vermesi… Dört kuvvet birleşmiş, eğer hendeği geçseler Medine diye bir şey
kalmayacak, belki Müslüman diye de bir şey kalmayacak. Ama Allah Resulü yine
aynı cesaretle savaşıyor. İşte tam da bu noktada 'usvei hasene' diyor. Hz.
Peygamberin usve (örnek) oluşu, öncelikle örnek davranışlarıyla oluyor. Bizde
nerde ne zaman sünnet dense sünnet namazlar akla gelir, misvak akla gelir,
çocukların sünnet olması akla gelir, sarık sarmak akla gelir… Hâlbuki ahlaki
davranışlar, Muhemmed'ül Emin oluşu… Hz. Hatice'nin saydığı hususlar;
dürüstlük, ahlakilik, erdemlilik, namusluluk… Bütün bunlar, hem Kur'an'ın öğretileridir,
hem de sünnetin öğretileridir. Sünnet dendiğinde de aklımıza, dünyanın
neresinde olursanız olun bir Müslüman bireyin veya toplumun kendi dinini, kendi
kültürünü, kendi medeniyetini ortaya koyacak İslami güzellikler, öğretilerdir.
Burada elbette belli detaylar vardır. Yemek yemeden önce el yıkamak sünnettir,
besmele çekilmesi sünnettir, israfa varmadan yenmesi sünnettir, yemek yedikten
sonra elhamdülillah demek sünnettir, tekrar elleri yıkamak sünnettir. Ama ne
tür yemek? Masada mı yemek, yerde mi yemek, çatalla mı yemek, kaşıkla mı yemek,
sıcak mı yemek, soğuk mu yemek, bu tür şeyler tamamen kültürel şartlarla
ilgilidir. Bunlar sünnet değildir. Hz. Peygamberin belirlediği ilkeler,
davranışlar vardır, bu davranışlar sünnettir. Peygamberimizin birçok davranışı
peygamberimizin beşer olarak ortaya koyduğu davranışlardır. Bunların önemli bir
kısmının ardında örf vardır, kültür vardır, iklim ve coğrafya şartları vardır,
ekonomik şartları vardır. Bütün bunlar değişkendir. Hz. Peygamber Mekke'de,
Medine'de yaşamasaydı da Erzurum'da yaşasaydı farklı kıyafetler giyecekti,
orada hurma yerken, Ege'de yaşasaydı zeytin yiyecekti. Ama israfa kaçmadan,
kibirlenmeden, şükrederek, nimetlerin hakkını yaşayacaktı. O sünnetler yine
olacaktı, yine ortaya çıkacaktı. Bu bakımdan sünnet dediğimiz şey bizim adab-ı
muaşeret dediğimiz, kültürümüze temel teşkil etmiştir. Geleneklerimizde sünnet
olduğunu bilmediğimiz ama sünnet olan birçok davranış vardır. Bunlar güzel
şeylerdir. Elbette işin içerisine bid'atlar, hurafeler de karışmıştır, bunları
ayırt etmek gerekmektedir.
Z. Ş. Sağman: Peygamber efendimiz, Müslüman'ı nasıl
bir İslam ümmetinin ferdi yapmak istiyor?
B. Erul: Efendimizle ilgili ayetlerden bir tane
söyleyecek olursak: "Allah sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi. Resul
size örnek olsun siz de insanlara model olasınız diye…" Kur'an'ın meseleye
yaklaşımı bu. Öyle bir Müslüman tasvir ediyor ki, örneğini, enerjisini,
modelini Hz. Peygamberden alacak. Çünkü Hz. Peygamber kendi döneminde şahitti.
Kendi döneminin tanığıdır, modelidir. İnsanlar onu örnek alarak güzel insanlar
olmayı başarmıştır. O'nu örnek alarak asr-ı saadet gerçekleşmiştir. İşte
Kur'an'dan ve sünnetten öğrendikleriyle bugünkü bilinçli bir Müslüman da
yaşadığı bölgede bunu yapmak zorundadır. Örnek olacaktır. İnsanlar sizin
yaşantınıza, sizin ahlakınıza, sizin tutum ve davranışlarınıza, sizin
alışverişinize, hayatınıza bakacaklar haliniz modellik oluşturacak. Diğer
insanlara örnek olmayı yapabiliyorsak Kur'an ve sünnetin ortaya koyduğu
öğretileri, helâlıyla-haramıyla, sünnetiyle, hikmetiyle bunları
gerçekleştirirsek belki o zaman peygamberin ümmetinin ferdi olmayı hak ederiz.
İşin şiirsel ifadelerle, görsel yapıtlarla peygamber sevgisini izhar etmek,
güllerle-gülümsemelerle peygamberi anmakla mesafe katedeceğimizi zannetmiyorum.
Gözyaşı dökmek çözüm değil, ağlamak değil anlamak zorundayız. Ne zaman ağlamayı
bırakıp da anlamaya çalışırsak peygamberimizin iftihar ettiği ümmetlerin
arasına girebiliriz. Önemli olan iman, önemli olan ibadet, önemli olan ahlak, önemli
olan kişilik… Bunları ihmal ediyor, sünneti sakalda, sarıkta, misvakta
arıyorsak, asıl sünneti anlamıyoruz demektir. Asıl sünnet dürüstlüktür,
samimiyettir, ahlaki olgunluktur, doğruluktur. Bütün bunları
gerçekleştiriyorsanız sünneti o zaman yapmış olusunuz. Sağlıklı bir iman
anlayışı, sağlıklı bir peygamber ve sağlıklı bir sünnet anlayışı ve bunlarla
amel etmek gerekiyor.
Z. Ş. Sağman: Son olarak da; kutlu doğum haftalarına
değinelim istiyoruz. Nedir 'kutlu doğum haftaları' bu haftalarda yapılan etkinlikler
ve bu etkinliklerde çokça kullanılan 'Gül' figürüyle birlikte, 'hoşgörü ve
sevgi peygamberi' söylemleri… Bu tür geleneklerin Müslümanlar açısından faydaya
dönüştürülecek yanı var mıdır? Nedir?
B. Erul: Bu kutlu doğum, mevlidi nebevi vs. çok
sonraları ortaya çıkan şeylerdir. Kutlu doğum programları Türkiye için yirmi
senedir yapılıyor. Mevlid geceleri zaten var. Bunlar işin merasim boyutu. Şöyle
bir şey de var, bunların sonradan çıkan, dini bir temeli olmayan dini temeli
olmayan şeyler olduğunu bilmekle birlikte, bunları tamamen kültürel, folklorik
bir zenginlik olarak görmemiz gerekiyor. Bu tür gecelerde vaizler, hatipler
insanlara doğru bilgiler veriyorsa, bu merasimlerin dini değil, tamamen
kültürel olduğunu söylüyorsa, bu vesileyle peygamberi anlamaya çalıştığımızı
söylüyorlarsa bir sakıncası yoktur. Bu tür programlar Hz. Peygamberi
anlamamıza, o nebevi öğretiyi kitlelere iletmemize vesile oluyorsa bunu kenara
atmamalıyız.
Z. Ş.
Sağman: Hocam kanaatlerinizi biz ve okurlarımızla paylaştığınız için çok
teşekkür ediyoruz…
B. Erul: Ben çok teşekkür ederim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder