Tasavvuf kitaplarında geçen hadisler hadis
kitaplarında var mıdır? Varsa bu hadisler Kur'an ve Sünnet'e uygun, ümmetin
kabulüne mazhar olmuş hadisler midir? Bununla beraber tasavvufun hadis anlayışı
klasik hadis usulünün ortaya koyduğu ölçülere riayet ediyor mu? Yoksa tasavvuf
hadis konusunda klasik hadis usulünün kabul ettiği şartlardan farklı, kendine
ait şartlara ve ölçülere mi sahip? Bu açıdan bakıldığında "Tasavvufun
hadislere ulaşmada bilgi kaynağı nedir?" gibi sorulara bu incelememizde cevaplar
arayacağız. Ayrıca hadisçiler ile tasavvufçular arasındaki ilişkinin tarihsel
boyutuna da değineceğiz. Hadis ekolünün tarih içinde ve bugün tasavvufçulara
karşı tutumunun nasıl olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Öncelikle ifade etmek gerekir ki, tasavvuf hareketi
tarihin hiçbir döneminde ümmetin genelinde kabul görmüş bir akım olmamıştır. Bu
akım her dönemde tartışılmış, itirazlara muhatap olmuştur. Ancak olgusal bir
gerçeklik olarak tasavvuf birçok dönemde varlığını bir şekilde sürdürmeyi
başarmıştır. Sosyolojik anlamda halk kitlelerinin tasavvufa olan ilgilerinin
zaman zaman yükselmesi din adamlarının ya da ulemanın ona hoşgörü ile
bakmalarına ve mevcut rejimlerin çıkarlarına ters düşmediği müddetçe karşı
çıkmamalarına sebep olmuştur. Ancak bu, tasavvufun ulemanın ve ümmetin
bütününün benimsediği ve doğruladığı bir olgu olduğu anlamına gelmemelidir.
Tasavvuf kaynakları incelendiğinde bu eserlerde bol
miktarda hadis denilen rivayetlere yer verildiği göze çarpmaktadır. Tasavvufun
oluşumunda ve kendini İslamileştirmesinde bu rivayetlerin büyük bir önemi
vardır. Tasavvufçular kitaplarında yaptıkları açıklamalarda tasavvuf
öğretisinin Kur'an ve Sünnet'e dayandığını, Kur'an ve Sünnet'e dayanmayan bir
tasavvufun İslam'la tezat teşkil edeceğini devamlı surette vurgulamışlardır. Bu
iddia İslam hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan insanlar açısından yanıltıcı
olabilmektedir.
Kur'an ve Sünnet'e uygunluk iddialarına karşın
konuya teorik ve pratik açıdan bakıldığında durumun hiç de böyle olmadığı
görülmektedir. Sorun öncelikle Kur'an alanında kendini göstermiştir. Sufilerin
tasavvufun İslamiliğinin delili olarak ileri sürdükleri ayetleri Kur'an
bütünlüğünden kopuk, parçacı bir yaklaşımla ele aldıkları ve ayetleri
bağlamlarının dışında hiç ilgisi bulunmayan şekillerde yorumladıkları
görülmektedir.1 Aynı şeyi hadisler için de söylemek mümkündür. Müslümanların
dinin asıl kaynaklarına dair yaşadığı bu bunalım maalesef zaman içinde ümmetin
hiçbir şeyi sorgulamadan, araştırmadan kabul etme eğilimini de beraberinde
getirmiştir. Dini Allah'ın dini olmaktan çıkarıp atalar dini haline getiren bu
zihniyet kaynaklarla irtibatı zayıf olmasına rağmen tasavvuf ve benzeri
akımların İslam olarak algılanmasına neden olmuştur.
Hadis Uydurma Hareketi ve Tasavvuf
Tasavvuf kitaplarında zikredilen rivayetler
incelendiğinde bunların çoğunun zayıf ya da uydurma rivayetler olduğu göze
çarpar. Bu rivayetler gerek senet gerekse metin yönünden geçmişte de pek çok
eleştiriye tabi tutulmuşlardır. Hadisçiler bu rivayetlerin uydurma olduğuna
dair çeşitli çalışmalar ortaya koymuşlardır.
Klasik hadis kaynakları açısından tasavvufun
temelini oluşturan ve halk arasında oldukça yaygın olarak bilinen birçok hadisi
değerlendirdiğimizde ilk karşılaştığımız problem bu rivayetlerin temel hadis
kitaplarında hiç zikredilmemiş olmasıdır. "Nefsini bilen Rabbini
bilir", "Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım",
"(Ey Muhammed) Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım", "Ben gizli
bir hazine idim, bilinmek istedim ve kainatı yarattım" vb. gibi rivayetler
tasavvufçuların iddia ettiğinin aksine uydurma sözlerdir ve Kütüb-i Sitte'de
dahi geçmemektedir.2
"Başlangıçtan itibaren hadis uydurma hareketi
hayatın her alanını ilgilendiren konuları içermiştir. Bununla birlikte İslami
ilimlerde zayıf ve mevzu hadis denilince akla ilk gelen sahalardan biri
tasavvuftur. Özellikle tasavvufun ihtiva ettiği hususlarla ilgili hadisler
uydurulduğu sıklıkla görülmüştür. Konuyla alakalı olarak yazılan eserlerin
hemen hepsinde zühd ve hayır maksadıyla hadisler uydurulduğundan ve bu işi
yapanların bazı zahidler ve salihler olduğuna dikkat çekilmiştir."3 Bu
gerçek Müslim'in mukaddimesinde şu sözlerle ifade edilmiştir: "Hayra ve
zühde nispet edilen kişiden daha çok yalan söyleyen görmedim."
Hadisçiler uydurma hadisler konusunda ehl-i
tasavvufun rolünün çok büyük olduğunu ileri sürmüşler ve bunun nedenlerine dair
de tespitlerde bulunmuşlardır.
"Bu gruba mensup olanlar Müslümanları iyiliğe
ve bol ibadete sevk etmek, kötülükten uzaklaştırmak, dine daha çok fayda
sağlamak ve Müslümanlar arasındaki ihtilafları yok etmek, fırkaları birbirine
yaklaştırmak için hadis uydurmuşlardır."4
İslam düşünce tarihinde önceleri tasavvufun
İslam'daki varlığı üzerine yürütülen tartışmalar zaman içerisinde tasavvufun
İslami esaslara uygun olup olmadığı tartışmasına dönüşmüştür. Toplumsal
gelişmeler ve birtakım dış tesirler tasavvufa İslam dışı unsurların girişini
kolaylaştıran etkenler olmuştur.
Mutasavvıfların Hadis Anlayışı
Pratikte hadise büyük önem verdikleri düşünülen tasavvufçuların
aslında hadis rivayeti ve kaynakları konusunda hiç de titiz olmadıkları
görülmektedir. Öncelikle tasavvufçular rivayetlerinde senet zikretmezler.
Hadisleri mana, keşif, ilham ve rüya yoluyla aldıklarını iddia ederler. Onlara
göre bir rivayetin tasavvufi bir eserde geçmesi o hadisin doğruluğu için
yeterlidir. Yani usuli anlamda bir rivayet bilinci gelişmemiştir
tasavvufçularda. Tasavvuf kitaplarında geçen şeyh sözleri zamanla hadis olarak
nakledilmiş, bu durum uydurma rivayetlerin tasavvufi eserlerde bolca bulunması
sonucunu doğurmuştur.
Hadisleri keşf, ilham ve rüya yoluyla elde
ettiklerine inanan sufiler, bir de bu sözleri Hz. Peygamber'le görüşerek teyit
ettirmek gibi farklı bir hadis usulüne sahip olduklarını söylemişlerdir.
Hâlbuki klasik hadis usulünde keşf, ilham ve rüya ile hadis rivayetinin
güvenilir kabul edilmediği ortadadır. Keşf, rüya ve ilham yoluyla hadis rivayet
ettiğini iddia etmek yeni bir sünnet ortaya koymaktan başka bir anlama
gelmemektedir.
Tasavvufun temel esaslarının uydurma rivayetlere
dayandırılması erken dönemlerden itibaren eleştiri konusu olmuştur. Tasavvuf
konusunda yazılmış ilk eser kabul edilen er-Rivaye ve yazarı Haris Muhasibi (ö.
243/857)'nin durumu bu konuda ilk örneklerden biridir. Kendisi tasavvuf
geleneğinin önde gelen ulemasından sayılmaktadır. Yaşadığı dönemde hadis
ekolünün ağırlığı vardır. Haris Muhasibi bu çağın en ünlü
mutasavvıflarındandır. Yazdığı eserlerle kendisinden sonrakileri etkilemiştir.
"Fıkıh, kelam, hadis ve tasavvufta imam"
kabul edilen birisi olmasına rağmen Kütüb-i Sitte'de kendisinden hiç hadis
rivayet edilmemiştir. Zamanının hadis ekolünün temsilcisi olan Ahmed b. Hanbel
tarafından Haris Muhasibi dışlanmış birisidir. Hadisler konusunda dikkatli
olmadığı, rivayetleri önemsemediği, kitaplarının bidat ve hurafelerle dolu
olduğu, onlardan uzak durulması gerektiği, insanı delalete sevk edeceği gibi
suçlamalara maruz kalmıştır. Bu tepkiler karşısında Haris Muhasibi inzivaya
çekilmiş, ölümünde cenazesini sadece dört kişi kılmıştır.5
Tasavvufa karşı kelam ve hadis ekolünün müntesipleri
ağır suçlamalar yöneltmişlerdir. Selef denilen hadis ekolünün tasavvufu savunan
kişilere ve yazdıkları eserlere dair ilk dönemlerden itibaren yaptıkları
değerlendirmeler, suçlamalar gerçekten bize tasavvufun içinde bulunduğu vahim
durumu göz önüne sermektedir.
"Meşhur hadis alimi İbn Salah ilk ve en muteber
tasavvufi tefsiri yazmış olan Sülemi'nin Hakikat'ut-Tefsiri hakkında şöyle
diyor: "Bu kitaptaki şeyler tefsir değildir. Eğer Sülemi bunların tefsir
olduğuna inanıyorsa kafir olmuştur."6
Şatıbi bu konuda şöyle diyor: "Türedi sufiler
ayete, hadise ve şeri naslara aykırı da olsa kitaplarda nakledilen
mutasavvıfların sözlerine ve menkıbelerine bağlanıyor ve bunları kendileri için
din haline getiriyorlar. Mutasavvıfların söz ve davranışlarına hüsnü zan
gösterdikleri halde Muhammed'in şeriatı konusunda hüsnü zan beslemiyorlar. Bu
ise hakka tabi olmak manasına gelmez, kişilere uymak manasına gelir."7
Bu değerlendirmelerimiz hadis ekolüne ait ortaya
konulan tüm tespitlere katıldığımız anlamına gelmez elbette. Hiç şüphesiz
klasik hadis usulü de kendi içinde birçok yanlışları, eksiklikleri
barındırmaktadır. Fakat hadisçilerin tasavvufi anlayışa göre en azından dinin
kaynaklarına dair bir usul kaygısı taşıdığını kabul etmek gerekir. Bu nedenle
hadis tarihine dair klasik eserler tarihi süreç içinde tasavvufun hadis
anlayışını incelemede faydalanılacak bilgiler verebilir.
Tasavvuf kitaplarında geçen uydurma hadisler
konusunda son dönemde yapılmış değerli çalışmalar da vardır. Bunlardan birkaç
tanesini şöyle sıralayabiliriz:
1. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki
Dayanakları, Ahmet Yıldırım, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2000.
2. Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf
Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivayetler, Muhittin Uysal, Yediveren Yayınları,
Konya, 2001.
3. Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve
Kaynakları, Dr. Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2001.
4. Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-Politik
Olaylarla İlgisi, Prof. Dr. Sadık Cihan, Etüt Yayınları, Samsun, 1997.
Yukarıda verdiğimiz kaynaklarda birçok tasavvuf
kitabı incelenmiş ve bu kitaplarda geçen hadisler kaynak itibariyle gözden
geçirilmiştir.
Dipnotlar:
1- Bu konu ile ilgili Mustafa Öztürk'ün Tefsirde
Batınilik ve Batıni Tevil Geleneğe ve Kur'an ve Aşırı Yorum isimli
çalışmalarına bakılabilir. Ayrıca yine aynı yazarın "Tefsirde Zahir-Batın
Dualizmi ya da Tasavvufi Aşırı Yorum" (İslamiyat, cilt 2, sayı 3/1999)
adlı makalesi incelenebilir.
2- Yıldırım, Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin
Hadislerdeki Dayanakları, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2001, s. 415.
3- Yıldırm, a.g.e., s. 54.
4- Koçyiğit, Talat, Hadis Usulü, Ankara 1977, s.
141.
5- Uysal, Muhittin, Tasavvuf Kültüründe Hadis,
Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivayetler, Yediveren, Konya 2001, s. 89.
6- Uludağ, Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı,
Dergah Yayınları, İstanbul 1999, s. 64.
7- İbn-i Cevzi'nin Telbis-ü İblis'inden aktaran
Süleyman Uludağ, a.g.e., s. 65.
Tasavvuf Kitaplarındaki Uydurma Hadisler -2
Bir önceki bölümde tasavvufun inanç esaslarının ve
pratiğinin dayandığı hadislerin zayıf veya uydurma olduğunu ifade etmiştik. Bu
hususu tasavvuf öğretilerinin temel esası olan birtakım kavramları ele alarak
inceleyebiliriz. Tasavvuf bazen İslami kavramları içlerini boşaltarak, hatta
onları aslından saptırarak kullanırken, bazen de yeni kavramlarla kendisini
ifade etmeye çalışmıştır.
Tevhid, yaratılış, Allah, peygamberlik, nübüvvet,
veli, evliya, zikir, zahir, batın, zühd, rabıta, keramet gibi kavramları İslami
literatürden ve Kur'an bütünlüğünden kopararak, üstelik bu konularda kendi
dünya görüşüne dayanak yapmak için hadis bile uydurmaktan çekinmeyerek ümmeti
bambaşka bir din anlayışına götürmüştür. Dış görünüşü İslam boyası ile boyanmış
gibi görünse bile içeriği İslam öncesi dinlerden ve fethedilen yerlerin
kültürlerinden etkilenerek oluşan bir eklektik yapıyla karşı karşıya olduğumuzu
gözden kaçırmamak gerekir.
Tevhid ve Allah Tasavvuru
Tevhid konusunda tasavvufçular pek çok hadis
uydurmuşlardır. Bunlardan birkaç örnek verebiliriz:
1. "Benim Allah ile beraber olduğum öyle bir
vakit vardır ki benimle birlikte o vakitte bana, ne Hakk'a yakın bir melek, ne
de gönderilmiş bir peygamber yaklaşabilir."
Bu sözün meşhur tasavvuf kitaplarında geçmesine
rağmen (Kuşeyri'nin Risale'sinde, İbn Arabi'nin Fususü'l-Hikem'inde, İmam-ı
Rabbani'nin Mektubat'ında ve Hucviri'nin kitaplarında) hadis kitaplarında bu
söze rastlanmadığı belirtilmiştir.1
Tevhid konusunda uydurma olan bazı rivayetleri
herhangi bir yorum yapmadan şöyle sıralayabiliriz:
2. Rasulullah şöyle buyurdu: "Rabbim bana bu
gece en güzel şekilde geldi."
3. Ebu Hureyre'den Rasulullah şöyle buyurdu:
"Allah kıyamet gününde: 'Ey Ademoğlu! Ben hasta oldum da sen beni niçin
ziyaret etmedin' diyecek. Ademoğlu: 'Ya Rabbi sen alemlerin Rabbisin, ben seni
nasıl ziyaret edebilirim?' diyecek. Allah Teala 'Falan kulumun hasta olduğunu
bildiğin halde niçin onu ziyaret etmedin? Eğer onu ziyaret etseydin, beni onun
yanında bulacaktın.'"
Bu rivayetin İncil'de de bir benzeri vardır.2
4. Ebu Hureyre'den Rasulullah şöyle buyurdu:
"Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki en alttaki dünyaya, iple bir
adam sarkıtmış olsanız, mutlaka Allah'ın üzerine düşer."
5. Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın buyurduğuna göre,
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Her kim benim veli kullarımdan birisine
düşmanlık ederse, ben ona harp açarım. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden
daha sevimli bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana devamlı nafile
ibadetleri ile yaklaşır. Bunun sonucunda ben de onu severim. Bir kere onu
sevdim mi, ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı
olurum. Eğer benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu
himaye ederim."
Yukarıdaki sözler Buhari, İbn Mace ve Ahmed b.
Hanbel'de geçmesine rağmen hadis tenkitçileri tarafından kabul görmemiş ve
ihtiyatla yaklaşılmıştır.
Bu sözler şöyle değerlendirilmiştir: "İslam
itikadına göre peygamberler dışında hiç kimse masum değildir. Peygamberlerden
bile zelle denilen hatalar sadır olmuştur. Hatta peygamberlerin tebliğ dışında
bulundukları hallerdeki masumiyeti tartışılmıştır. Hal böyle olunca veliler
için masumluk yolunu açmak onlara hakkı olmadıkları mertebeyi vermek demektir ki
bu da İslam inancına terstir. Ayrıca böyle bir anlayış insanları olmadıkları
mertebe dışında görmek gibi itikadi açıdan büyük hatalara düşmesine sebebiyet
vermektedir."3
6. Ebu Hureyre'den, Rasulullah (s) şöyle buyurdu:
"Allah, Adem'i kendi suretinde yarattı."
Bu hadisi Buhari, Müslim ve Ahmed b. Hanbel rivayet
etmesine rağmen kelamcılar teşbih ifade ettiği için tenkit ederken aynı
ifadelerin Tevrat'ta "Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı."4
şeklinde geçmesi enteresandır. Hadiste İsrailiyat etkisi görülmektedir.
"Hadis olarak aslı olmadığını belirlediğimiz
sözler, bazı sufilerin, yine birçok meslektaşları tarafından bile tenkitlerine
neden olan yanlış bir tevhid telakkisine kapılmalarında etkili olmuştur. Bu
noktada sufiler arasında bir anlayış birliğinden söz etmek çok zordur. İlk
dönemlerin sufileri tevhidi 'Her türlü kötü sıfatlardan temizlenme ve güzel
sıfatlarla muttasıf olma' şeklinde bir ahlak ve ruh eğitimi aracı görürlerken;
sonraki dönemlerde yaşayan bazı sufiler, onu, kulun Allah'la bütünleşmesi
olarak algıladıkları için kulluk ve sorumluluk bilincinin de sona ereceği bir
çeşit 'Kendinden geçme hali' olarak kabul ettiklerini görüyoruz."5
Tasavvufa Göre Yaratılış Felsefesi
Tasavvufçular dünyanın yaratılışını ilahi aşk
kavramıyla açıklamışlardır. Bu meyanda ileri sürdükleri görüşlere hadisten
dayanak arayarak ispatlamaya çalışmışlardır.
Örnek: "Gizli bir hazine idim, bilinmemi
istedim; bilinmem için mahlukatı yarattım. Kendimi onlara tanıttım, onlar da
beni tanıdılar."
Bu sözlerin hiçbir hadis kitabında olmadığı tespit
edilmiştir. Bu sefer de bu anlayışın kutsi hadis formunda savunulmaya geçildiği
görülmüştür. Bunu zaman zaman kendileri de ifade etmekten çekinmemişlerdir. İbn
Arabi bu sözler hakkında: "Nakil yönünden sahih değilse de, keşfen
sahihtir." şeklinde hadis usulcülerinin reddettikleri bir usulle
delillendirmeye çalışmıştır.
Dünyanın yaratılışı Allah'ın mutlak kudretiyle
olmuştur. Bunun sebebini izah etmek, kesin nasların dışında bir yorum yapmak
gaybe taş atmaktır. Maalesef bir uydurma söz tarih boyunca doğru kabul edilerek
İslami edebiyat altında şair ve yazarlara ilham kaynağı olmuştur.
Yanlışlar İslami edebiyat ve sanat alanında kalmamış
süreç içerisinde insanların akideleri de bu yanlış sözler üzerine bina edilmiştir.
Mevlitlerde, mesnevilerde ve günümüzde İslami endişe taşıdığını bildiğimiz
gazete köşelerinde hâlâ devam etmektedir. İşte bunun en son örneği: "Akit
gazetesinde şair arkadaşımız Müştehir Karakaya ile bir söyleşi yayınlandı.
Müştehir arkadaşımız 'Kainat bir aşkın tezahürüdür.' diyordu. Bunu da
uydurmalığı sıhhatinden daha meşhur bir hadis iddiasına dayandırıyordu: Levlâke
hadisi olarak da bilinen 'Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım' rivayeti.
Yanımızda/yakınımızda bulunan bir genç şair
arkadaşımızın bile, bu ifadelerin uydurma olduğunu bugünden sonraya hiç
işitmemiş gibi, poetikasını oluşturmada delil olarak kullanılmasını nasıl
açıklayacağız? Çünkü kimsenin başka bir kaynağı yok. İnsanlar sanatı, şiiri
konuşurken birinci elden kaynağa bakma ihtiyacı duymuyorlar her nedense."6
Bu düşüncelere katılmamak mümkün değildir. "İlk
yaratılan nedir?" konusu da tasavvufçular arasında tartışılmış ve bununla
ilgili birkaç söz uydurulmuştur. Örneğin: "Allah'ın ilk yarattığı
akıldır." veya "Allah'ın ilk yarattığı, nurumdur." şeklinde
birbiriyle çelişen hadisler uydurulduğunu görmekteyiz. Bu tartışmalar felsefi
tasavvufun zihin jimnastiği yaptığı dönemlerin ürünüdür. Aynı görüşler daha
sonraki dönemlerde de hiç tartışılmadan kabul görmüştür. Bu sözler neo-Platonizm
ve Gnostisizm öğretilerinin tasavvufu etkilemesi sonucu hadis haline
gelmişlerdir. Dünyanın yaratılması konusunda neo-Platonizm, tecelli düşüncesini
kısaca "Alemin, Allah'tan sudur ettiğini, O'nun bir parçası olduğu"
fikrini öne sürer. Bu nazariyeye göre bütün varlıklar Allah'ın bir parçasıdır.
O'nun tecellisidir. Bu anlamda uydurulmuş bir hadis: İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre Cebrail (a) Peygamberimize şöyle dedi: "Allah arşı
yarattı, onun 400 direği vardır. Bir direkle diğeri arası 400 senelik yoldur.
Yedi kat gök, kürsinin yanında çöle atılmış bir halka gibidir. Kürsi de arşın
yanında böyledir." Hadis denilen bu sözler hiçbir hadis mecmuasında yer
almamaktadır.
Kainatın yaratılışı konusunda ileri sürülen
hadislerin ravi zincirinde genellikle Ka'bu'l-Ahbar adının geçmesi dikkat
çekicidir. Çünkü hadisçilere göre Ka'b, İslam kültürüne İsrailiyat etkisini
getiren kişidir. Ka'b'ın sözlerinin Tevrat kaynaklı olduğu tespit edilmiştir.
Ayrıca Hz. Ömer bu kişinin hadis söylemesini yasaklayarak sürgün tehdidinde
bulunmuştur. Ayrıca Buhari ve Müslim bu şahıstan hiçbir rivayette bulunmayarak
şüphelerini ortaya koymuştur.7
İlk yaratılanla ilgili olarak da bir fikir birliği
yoktur. Bunlar: kalem, akıl, nur-ı Muhammedi, Levh-i Mahfuz, arş, su olarak
ileri sürülmüştür. Bu konular Gazali, İbn Arabi, İsmail Hakkı Bursevi,
Erzurumlu İbrahim Hakkı, Aziz Mahmud Hüdayi gibi kişilerin kitaplarında
maalesef uydurma hadislere dayandırılarak ispatlanmaya çalışılmıştır. Daha
sonrakiler bu uydurma haberlere dayanarak hiçbir eleştiri yapmadan bunları
doğru kabul ederek içtihat oluşturmuşlardır. Olaya Kur'an ve sahih hadisler
çerçevesinde bakıldığında yapılan izahların İslam akidesine ters düştüğü
görülecektir. Artık bu kitapların dikkatli bir şekilde incelenerek okunması
sağlanmalıdır.
Dipnotlar:
1- Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin
Hadislerdeki Dayanakları, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2001, s. 80.
2- Matta, XXV, 34-46.
3- Ahmed Yıldırım, a.g.e., s. 85-86.
4- Tevrat, Tekvin, 1, 27.
5- Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis,
Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivayetler, Yediveren, Konya 1999, s. 264.
6- Metin Önal Mengüşoğlu, "Sanatın Müslüman
Zihinlerdeki Titrek Konumu", İktibas dergisi, Sayı: 317, Mayıs 2005, s.
48.
7- Veli Atmaca, Hadiste İsrailiyata Bakış:
Ka'bu'l-Ahbar, HÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Urfa 1977, s. 177.
Peygambere iman konusu İslam'ın en başta gelen
önemli ilkelerindendir. Peygamber vahiy yoluyla Allah'tan aldığı vahyi mesajı
önce kendisi uygulamış ve arkasından da insanlara tebliğ etmiştir.
"Ben sadece Alemlerin Rabbi tarafından
gönderilmiş bir elçiyim, size Rabbimin mesajlarını duyuruyorum."1
"... Biliniz ki elçimize düşen açıkça duyurmaktır."2 mealindeki
ayetler Rasul'ün görevini belirtmektedir.
Peygamber vahiy almasının dışında diğer insanlar
gibi bir beşer olduğunu "Ben de sizin gibi bir beşerim."3 hitabıyla
bildirmiştir. O da herkes gibi bir anne ve babadan doğmuş, çocukluk ve gençlik
yıllarını bir toplumda geçirmiş, evlenip çocuk sahibi olmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin kişiliğini gerçekçi
bir şekilde anlatan birçok ayet vardır. İnsanlar Allah'ın Kur'an'da tanıttığı
ve övdüğü Peygamber'e ait özellikleri yeterli bulmayarak onu insanüstü bir
konumda görmek istemişlerdir.
"Buna rağmen bazı Müslümanlar, hatta bazı
alimler bile bile bunları bırakarak Kur'an naslarının izin vermediği, hatta
Kur'an naslarıyla çelişen bazı özellikleri ona nispet etmeye çalışmaktadır.
Eğer mevlüt ayinlerinde okunan hikayelerden birine kulak vermiş iseniz hiç
kuşkusuz bu tür aşırılıklara şahit olmuşsunuzdur. Buralarda Peygamber'in
şahsiyeti tanrısal bir özelliğe bürünmekte ya da tanrısal bir çerçeveye
yerleştirilmektedir. Ayrıca, siyer, şemail ve şerh alanlarında yazılan birçok
kitapta da aynı aşırılıklara rastlamak mümkündür. Bu aşırılıklara insanın ilk
yaratılış dönemi olan ana rahmindeki yaratılışında olsun, soy kütüğünde olsun,
doğumunda olsun ve onunla ilgili müjdelerde olsun rastlamak mümkündür. Halbuki
bu tür söylentilerin ve iddiaların Kur'an'a dayalı bir aslı, sahih hadise
dayalı bir senedi ya da akla yatkın bir yaklaşımdan gelen temeli yoktur. Hatta
seleften rivayet edilen nakillerde ve önceki siyer kitaplarında bu tür şeylere
rastlamak mümkün değildir. Peki ilk kaynaklarda olmayan bilgileri sonrakiler
nereden alıyorlar!.....Böyle aşırı dindarlık sevdasına düşen Müslümanlar,
Peygamber'in kamil insan olmasıyla, üstün ahlaki, temiz ruhu, gönül zenginliği,
kuvvetli imanı, Allah için kendisini feda edişi ve yerine getirmeye çalıştığı
büyük göreviyle ortaya çıkan olgunluğuyla yetinmeyerek, onun peygamber oluşu ve
Allah tarafından seçilişine başka gerekçeler bulmaya çalışmışlardır. Onlar bu
görev için bazı ön belirtiler ve müjdeler bulunması gerektiği kanısına
varmışlardır. Peygamber'in beşeri tabiatı dışına taşırılması ve ona diğer
peygamberlerin taşıdığı niteliklerden ayrıcalıklı bir görünüm verilmesi,
tanrısal bir çerçeveye oturtulması Kur'an'la bağdaşamaz. Mesele onun tüm
varlıkların en büyük babası olarak görülmesi, Hz. Adem'in belinden, daha ona
ruh üfürülmeden çıkarılmış olması, tüm insanlığın yaratılmasındaki amacın o
olduğu iddiası, arş, levh, kalem, kürsi, gökler, yerler, insanlar, cinler, ay,
güneş, melekler, cennet ve cehennem gibi bütün kainatın onun nurundan
yaratıldığının ileri sürülmesi, atalarından biri olan İlyas'ın hacda belindeki torununun
telbiyelerini duyduğu, yaratılışından sonra daha ruhlar alemindeyken bile
Peygamber olacağını bildiği, bunun alametlerini dağda, taşta, ağaçta hep
gördüğü, annesinin onu doğurduğu sırada peygamberliğinin müjdelerini ve bunun
belirtilerini gördüğü gibi iddialar bunlar arasında sayılabilir. Bu bilgilere,
iddialara Kastalani şerhleri ve muhtasarlarında daha başka siret ve delail
kitaplarında rastlamak mümkündür. Onlar bu bilgileri verirken, Kur'an'ın
aşağıda verilen ayetlerinde belirtilen, insanlar içinden meydana gelen Rabbani
seçimin hikmetlerini unutmuş gibidirler."4
"... Allah, kime peygamberlik vereceğini daha
iyi bilir..."5 "Gariptir, Araplardan bazılarını Peygamber'in
peygamberliğini inkara sürükleyen ve ona karşı donuk bir tavra iten de; Peygamber'in
sıfatları inancındaki bu gibi aşırılıklar olmuştur. Onlar Peygamber'i
harikulade işlere gücü yeten, gaybı bilen, tabiata söz geçirebilen, ölümsüz
olan, göklere yükselen, melekleri indirebilen vb. insanüstü niteliklere sahip
bir varlık olarak algılamışlardır. Bunun için, Kur'an'ın Peygamber'i, kendileri
gibi beşeri özelliklere sahip bir insan olarak kabul ettiğini, harikulade
işleri becermesini talep ettiklerinde Peygamber'in beşeri bir elçi olduğunu
hatırlatarak bunların reddedilişini gördüklerinde hayrete düşüp inkara
kalkışmışlardır. Kur'an onların bu durumlarını zaman zaman ele alıp birçok
ayette eleştirmiştir. Aşağıdaki ayetlerde bu konu irdelenmektedir."6
"Dediler ki: Yerden bize bir kaynak fışkırtmadıkça sana inanmayız!
Yahut senin hurma ve üzümden bir bahçen olmalı, aralarından ırmaklar
fışkırtmalısın! Ya da zannettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar düşürmelisin,
yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin yahut altından bir evin
olmalı, ya da göğe yükselmelisin. Bununla beraber sen bizim üzerimize
okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin göğe çıkmana da inanacak
değiliz." De ki: "Rabbimizi tenzih ederim! Ben sadece elçi olarak
gönderilen bir insan değil miyim?" Zaten kendilerine hidayet geldiği zaman
insanları inanmaktan alıkoyan şey hep: "Allah, bir insanı mı elçi olarak
gönderdi?" demeleridir." (İsra, 90-94)
Hey yüce rabbim sen ne güzel söylüyorsun amma bu
yetmiyor… Bazı algıları bu ayetler doyurmuyor. Onlara mucize lazım.!
"Biz
senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkekler gönderdik. Eğer bilmiyorsanız
zikir ehline sorun. Biz onları yemek yemeyen cesetler yapmadık ve onlar ölümsüz
de değillerdi." (Enbiya, 7-8)
"Dediler: 'Bu peygambere ne oluyor ki, yemek yiyor, çarşılarda
geziyor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı bir melek indirilmeli değil miydi?
Yahut kendisine gökten bir hazine atılmalı, ya da kendisinin bir bahçesi olmalı
da ondan yemeli değil mi?' Ve zalimler: 'Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir
adama uyuyorsunuz' dediler." (Furkan, 7-8)
Bu ayetlerden şu ilkeleri çıkarabiliriz:
a) Peygamber'in diğer insanlar gibi bir beşer
olduğu, ondan olağanüstü özelliklerin beklenmemesi gerektiği.
b) Peygamberlik kendisine gelmeden önce kendisinin
peygamber olacağını bilmediğini "De ki: 'Eğer Allah dileseydi, onu size
okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Bundan önce aranızda uzun süre
yaşamıştım, düşünmüyor musunuz?'" (Yunus, 16) ayetinden öğreniyoruz.
c) Peygamberlik vakası yeni bir durum değildir.
Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Kişiliğinde ve rasullüğünde vahiy
alışında diğer peygamberlerden farkı yoktur. Aşağıdaki ayetler bunun delilidir:
"Muhammed, ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip
geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçeleriniz üzerinde geriye mi
döneceksiniz?" (Al-i İmran, 144)
"Nuh'a
ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da
vahyettik..." (Nisa, 163)
"Senden
önce şehirler halkından yalnız kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başka elçi
göndermedik." (Yusuf, 109)
"Andolsun biz senden önce de elçiler gönderdik, onlara eşler ve
çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir tek ayet
getiremez..." (Ra'd, 38)
"Senden
önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de yemek yerler, çarşıda
gezerlerdi..." (Furkan, 20)
"De ki:
'Ben peygamberlerden bir türedi değilim. Bana ve size ne yapılacağını da
bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başka
bir şey değilim." (Ahkaf, 9)
Bu ayetler onun diğer insanlardan vahiy almanın
dışında olağanüstü özelliklere sahip olmadığına işaret etmektedir. Onun melek
olmadığına, diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğuna işaret etmektedir.
O aynı zamanda gaybı bilemediğini, diğer insanlar
gibi beşeri duygulara sahip olduğunu, ölümsüz olmadığını, şeytandan her zaman
Allah'a sığındığını bildiren ayetlerle de bizleri uyarmaktadır:
"De ki: 'Ben size Allah'ın hazineleri
yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Ben size melek olduğumu da
söylemiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.'" (En'am, 50)
"De ki: 'Ben kendime, Allah'ın dilediğinden
başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı
bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim. Ve bana kötülük dokunmazdı. Ben
ancak inanan bir topluluk için bir uyarıcı, bir müjdeleyiciyim." (Araf,
188)
"Senden önce hiçbir insana ölümsüzlük vermedik,
şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar?" (Enbiya, 34)
"Ve de ki: 'Rabbim şeytanın dürtüklemelerinden
sana sığınırım. Ve onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım."
(Müminun, 97-98)
"Ey Peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu arayarak
Allah'ın sana helal kıldığı şeyi sen niçin kendine haram ediyorsun?"
(Tahrim, 1)
"O seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni
şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?"
(Duha, 6-8)
"Biz senin göğsünü açmadık mı? Ve yükü
üzerinden indirmedik mi? Ki, o belini bükmüştü." (İnşirah, 1-3)
Bu ayetler peygamber anlayışımızın nasıl olması
gerektiğini bizlere bildirmektedir. Bu anlamda birinci kaynağımız Kur'an ve
sahih sünnettir. Fakat bugün, biz, Peygamber'i anlatma endişesiyle yazılmış,
gelenekten gelen, Kur'an'a aykırı zayıf ve uydurma rivayetleri doğruymuş gibi
kabul eden bir kültürün eserleriyle karşı karşıyayız. Muharref bir gelenekle
Kur'an ve Sünnet ışığında yüzleşmek durumundayız.
Peygamber sevgisi ve aşkıyla yazılmış edebiyat ve
sanat ürünlerinde de bu uydurma ve zayıf rivayetlerin hâlâ yaşatıldığını
görmekteyiz. İslami edebiyat dediğimiz klasik veya modern na'tlarda,
mesnevilerde hep aynı zayıf ve uydurma rivayetler hiçbir eleştiriye tabi
tutulmadan geçmişten gelen her şeyi doğru kabul ederek İslami neşriyat adıyla
günümüz insanlarına sunulmaktadır. Bu yanlış nübüvvet anlayışı sonucunda
"Kutlu Doğum haftaları"nda İslami duyarlılığı olan insanlara
hurafelerle donatılmış bir peygamber modeli anlatılmaktadır. Elbette bunun bir
sebebi vardır. İslam kültüründe var olan peygamber anlayışındaki en önemli
etken tasavvuftur. Tasavvufun nebi ve rasul telakkisi uydurma ve zayıf
rivayetlerle örülüdür. Kur'an ve sahih hadislere dayanmamaktadır. O halde
toplum kültüründe tarihten günümüze kadar gelen yanlış nübüvvet anlayışının
sorgulanması ve tashih edilmesi gerektiği gün gibi aşikardır.
Tasavvufun Peygamber Anlayışı: Nur-u Muhammedi ve
Hakikat-ı Muhammedi Kavramları
Hakikat-ı Muhammedi veya Nur-u Muhammedi demek
Allah'ın ilk defa ve ilk varlık olarak Hz. Muhammed'i kendi nurundan yaratması
demektir. Halk kitlelerinin ve tasavvuf kültürünün vahdet-i vücut düşüncesinin
de etkisiyle bu görüşü benimsediğini görmekteyiz. İlk yaratılan varlık Hz.
Muhammed'dir. Hz. Adem değildir. Hatta dünya bile onun yüzü suyu hürmetine
yaratılmıştır. Hatta her şey ondan yaratılmıştır.7 Diğer varlıklar derece
derece Peygamber'in varlığının bir parçasından oluşmuştur. Bu düşünceleri
değişik ifadelerle Zünun el-Mısri, Abdullah b. Selh et-Tüsteri, Hallac ve
Muhiddin Arabi'de görebiliriz. Aynı düşüncelere Abdülkerim el-Cili ve Mevlana
Celaleddin-i Rumi'de de rastlamaktayız.
İlk yaratılan varlık hakkında tasavvufçular kendi
aralarında da birlik değildir. Kimisi ilk yaratılanın Peygamber'in nuru, kimisi
aklı, kimisi de onun ruhu olduğunu ifade etmişlerdir.
"Bunun üzerine peygamberlerin ruhu Hazreti
Muhammed'in risaletini tasdik ederler. Esma-i hüsnanın tespihine devam eden
Muhammed'in ruhu ise "kahhar"
isminde Allah'ın celal ve heybetinden terlemeye başlar. Başının terinden
meleklerin ruhu, yüzünün terinden arş, kürsi, levh, kalem, güneş, ay ve
yıldızların taşıyıcıları, göğsünün terinden alim, şehid ve salihlerin ruhları,
kaşlarının terinden kadın-erkek bütün müminler, sırtının terinden
beytü'l-mamur, Kabe, Beytü'l-Makdis, Ravza-i Mutahhara ve yeryüzündeki bütün
mescitlerin yerleri, ayaklarının terinden doğudan batıya kadar bütün yerler ve
içindekiler, kuyruk sokumundaki terinden başta, Yahudi, Hıristiyan, Müşrik ve
Mecusiler olmak üzere bütün kafirler yaratılır."8
Bu konuyla alakalı Kur'an-ı Kerim'de ve sahih
hadislerde hiçbir açıklama yoktur. Yaratılan ilk varlığın ne olduğu ancak
naslarla bilinebilir. Gaybi bir konudur. Biz Müslümanlar olarak alemlerin ve
bütün nimetlerin hepsinin insanlar için yaratıldığına inanıyoruz. Hz.
Muhammed'in de insanlara doğru yolu gösteren diğer peygamberler gibi bir
peygamber olduğunu ve bir beşer olduğunu biliyoruz.
Konuyla İlgili Hadis Diye İleri Sürülen Rivayetlerin
Değerlendirilmesi
1. "Sen olmasaydın bu kainatı
yaratmazdım." Bu söz hadis kitaplarında
yoktur, uydurmadır. Ama tasavvuf kitaplarında, halka din öğreten
kitaplarda, edebiyat ve sanat eserlerinde, şiirlerde bu zamana kadar hep hadis
diye hatta kutsi hadis diye anlatılmıştır. Allahu Teala kainatı insanlar için
yaratmıştır. Ne yazık ki bu sözün hadis ilminde bir değerinin olmadığı
bilinmesine rağmen bazı insanlar, kitapları ve kişileri kutsallaştırarak bile
bile bu sözlere hadis demeyi gelenek haline getirmiştir. İşte ilmi değeri
olmayan bir örnek: Abdulkadir Badıllı, Risale-i Nur'un Kutsi Kaynakları adlı
eserinde yukarıdaki sözün hadis usulüne göre yüz kere zayıf gösterilse de
ümmetin kabulünü kazandığı için doğru kabul edilmesi gerektiğini söyler. (s.
226) Hangi tarafını düzeltelim. Kutsi
kaynak ne demek? Hadis usulünün değil de kendi zannını hesaba katmak gibi bir
yanılgı. Aşkın gözü kördür, demişler. Galiba ondan olsa gerek. Ama din akıllı
olmamızı istiyor ve akıl sahiplerine hitap ediyor.
"... Bu anlayış... aynı zamanda Kur'an-ı Kerim
ayeti gibi kültürde de yer etmiş ve etkinliğini günümüze kadar devam
ettirmiştir. Nitekim cami imamları üzerine yapılan bir araştırmada 'Ey Muhammed
sen olmasaydın alemleri yaratmazdım' şeklindeki mevzu hadise %27,2 kişinin
ayet, %40,4'ün sahih hadis, %21,1 kişinin de uydurma hadis dediği, 'Ben gizli
bir hazineydim, bilinmek istedim.' şeklindeki mevzu hadise ise %1,4 kişinin
ayet, %59,6 kişinin sahih hadis, %12,7 kişinin de uydurma hadis dediği tespit
edilmiştir.9
Bu konuda diğer uydurma olan hadislere gelince:
2. "Adem su ile çamur arasında iken ben nebi
idim."
3. "Ben Allah'ın nurundan yaratıldım, müminler
de benim nurumdan."
4. "Allah benim nurumu göklerin yaratılmasından
iki bin sene önce yarattı."
5. "Ben ve Ali nurdan yaratıldık."
Yukarıya aldığımız bu sözler geçmişte yazılmış ve
bugünden yazılan tasavvuf kitaplarında kesin bir nas gibi doğru kabul
edilmektedir. Halbuki bu sözler hadisçilerce de tenkit edilmiş, uydurma
olduğuna karar verilmiştir. Merak edenler Muhittin Uysal'ın Tasavvuf Kültüründe
Hadis Tasavvuf Kültüründe Tartışmalı Rivayetler isimli eserine bakabilirler.
Burada bu rivayetler hakkında gerekli tartışmalar yapılmış ve bu sözlerin hadis
olmadığı ortaya konmuştur.
"Özellikle hadis alimleri ve Hanbeliler, Hz.
Peygamber'in bu şekilde anlaşılmasının onu ilahlaştırmak anlamına geleceğini
söyleyerek bu inancı küfür ve şirk saymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri
konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini iddia etmişlerdir.
Hakikat-ı Muhammediye fikrinin Yeni Eflatunculuk'tan ki logos veya
İskenderiyeli Aziz Clemens (ö. 215)'in peygamberlik konusundaki görüşleriyle
ilgili olduğu, bunun önce Şii muhitine, oradan da tasavvufa geçtiği ileri
sürülmüştür."10
Hz. Peygamber'i idealize ederek onu beşer üstü
varlık seviyesine çıkarmada bu uydurma sözlerin oldukça etkili olduğu
görülmektedir. Ayrıca bu inanç evliya ve keramet kavramlarının bir kült haline
gelerek şairlere ve menkıbecilere bir alt yapı oluşturduğunu da görmemiz
gerekir. Olayın Peygamber sevgisi altında işlenerek dini bir havaya bürünmesine
zemin hazırladığı da ortadadır.
Sonuç
Hakikat-ı Muhammedi ve Nur-u Muhammedi inancı
Hıristiyanların Hz. İsa inancından etkilenerek ortaya çıkmıştır.
Hıristiyanlara göre Hz. İsa Allah'ın oğludur ve
Allah ile insanlar arasında aracıdır. Ancak bir insan şeklinde ortaya
çıkmıştır. İsa olmasaydı Allah ile varlıklar arasındaki bağ kopar ve dünya yok
olurdu. Tasavvufçular da dünyanın yaratılmasını Hz. Muhammed'e bağlamışlardır.
Hakikat-ı Muhammediye teorisi hurafe ve saçmalıktan
başka bir şey değildir. Yunan felsefesinden, Hıristiyanlığa oradan Şia'ya,
oradan da Sünni tasavvufa ve Müslümanların kültürüne geçmiştir.
Ayetlerde insanın nasıl yaratıldığının izahı vardır:
"Andolsun biz insanı çamurdan, bir özden
yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta bir nutfe haline
getirdik." (Müminun, 12)
Peygamber'i tanrılaştıran ve onun Allah'ın zatından
yaratıldığını iddia edenlerin dinden kaynakları yoktur. Bu anlamda Hz.
Muhammed'i insan konumunun dışına çıkararak onu yarı ilah gibi gösteren rivayet
ve sözlerin hepsi uydurmadır.
Netice olarak Allah'ın, kendi nurundan
Peygamberimizin nurunu, sonra da o nurdan peyder pey diğer varlıkları yarattığı
şeklindeki anlayışın yerleşmesinde mevzu hadislerin rolü olduğu
anlaşılmaktadır.
Bu anlayışın Helenistik felsefedeki sudur
nazariyesinden etkilendiği "Varlıkların ilk varlıktan feyz yoluyla
sudur" ettikleri görüşü ile örtüşmektedir. Felsefenin İslam dünyasına
girmesinden itibaren akl-ı evvel, akl-ı külli gibi kavramlar felsefi tasavvufun
gelişmesini izlemiş, mevzu haberlerin de etkisiyle Nur-u Muhammedi, Hakikat-ı
Muhammedi gibi kavramları oluşturmuştur. Putperest İran dinlerinin ve
Gnostik-Maniheist fikirlerin İbn Arabi ve Hallac yoluyla tasavvufa girdiği
araştırmacılarca ifade edilmektedir.
Bu yanlış anlayış sadece tasavvufa girmekle
kalmamış. Yazar ve şairlerin Peygamber sevgisinin oluşmasında da zemin
hazırlamıştır. Maalesef bu durum övgüyle dile getirilmektedir. Örnek: Dr.
Selçuk Eraydın, "Hakikat-ı Muhammediye ve İlgili Beyitler", Diyanet
Dergisi, Peygamberimiz Özel Sayısı, Cilt 25, Sayı 4, s. 131-143, 1989.
"Anne ve babasını, amca Ebu Talib'i dirilttiği,
sünnetli olarak doğduğu, büyük küçük abdestinin mis gibi koktuğu ve hemen
kaybolduğu gibi arkadan da gördüğü, kumda iz bırakmadığı halde ayağının taşta
iz bıraktığı, üzerine sinek gibi haşerat konmadığı, gideceği yere nurunun
kendisinden önce gittiği, boyunun herkesten uzun olduğu, üzerinden beyaz bir
bulutun eksik olmadığı, gözleri uyusa da kalbi uyumadığından abdestinin
bozulmadığı, tükürüğünü ashabın teberrük için avuçlarına alıp yüzlerine
sürdükleri, şifa amacıyla idrarını içtikleri, kalbini Cebrail'in temizlemesi,
bir fındık gibi adının yazılı olduğu nübüvvet mührünün sırtında bulunması, yün
giydiği, üzüm ve karpuzu özellikle sevdiği haberleri yalan ve
iftiradır."11
Peygamberimize bağlılığı, sevgiyi ve onu örnek
almamızı tavsiye eden çok sayıda ayet ve sahih hadisleri görmek ve
bilgilenmemizin ona göre olmasını sağlamak gerektiğine inanıyoruz.
Dipnotlar:
1- Araf 7/61-62.
2- Maide 5/92.
3- Kehf 18/110, Fussilet 41/6.
4- İzzet Derveze; Kur'ran'a Göre Hz. Muhammed'in
Hayatı, Ekin Yayınları 1998, s. 30-31.
5- Enam, 124.
6- İzzet Derveze a.g.e
7- Mehmet Demirci, Hakikat-ı Muhammediye, DİA, XV,
179.
8- Hatice Kelpetin Arpaguş'un Kara Davud,
Muhammediye ve Envarü'l-Aşikin'den yaptığı alıntılar. Osmanlı Halkının
Geleneksel İslam Anlayışı ve Kaynakları, Çamlıca Yayınları, İstanbul 2001, s.
155.
9- Mehmet Bilen, "Cami İmamlarının Hadis
Bilgilerinin Mahiyeti Üzerine Tecrübi Bir Araştırma", İslamiyat, IV
(2001), Sayı 1, s. 85.
10- Mehmet Demirci, Hakikat-ı Muhammediye, DİA, XV,
180.
Günümüzde Peygamber tasavvuru
Allah’ın insanlara göndermiş olduğu tüm Resuller
davete başladıkları kavimlerde hep aynı sorunla karşılaştılar o da “melek
peygamber” beklentileri. Kimisi onları çok aşırı övgü göstererek ilahlaştırdı,
kimileri de onları sadece bir vahiy postacısı konumuna indirgediler. Hâlbuki
peygamber, izinden gidilen, örnek alınabilen bir insan olması gerekiyordu. Bu
kul peygamber, yemek yiyen, evlenen, çocuk sahibi olan, arkadaşları ve dostları
olan, torunlarını kucağına alıp okşayan, savaş meydanlarında komutanlık yapan,
devlet başkanlığı yapan yani hayatın her alanında birebir yaşayan- hayatın
aktif öznesi olan bir insandır.
Yüce Rabbimiz aşkın bir varlıktır. İnsan ise içkin
bir varlıktır. İçkin bir varlığın hiç görmediği hiç hissedemediği bir aşkın
varlığı örnek alması tahayyül bile edilemez. Bu yüzden Rabbimiz, bizim
içimizden et ve kemikten oluşmuş insan olan bizim gibi yaşayan, arkasında izi
olan, getirdiği mesajı yaşayıp pratize ederek, örnek olabilecek resuller
göndermiştir. Ama aşırı yüceltmeci mantıktaki insanlar resullerin şahsını
yücelterek melekleştirerek hayatlarını efsane konusu yaparak resullerin
misyonlarına en büyük darbeyi vurdular. “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı
övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben Allah’ın kuluyum. Benim için Allah’ın kulu
ve resulü deyin” Resullah, daha önceki selefi olan resullerin başına gelenleri
bildiği için davetine başlar başlamaz kendinin insan peygamber olduğunu sürekli
vurgulayarak akıllara nakşetti; De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir
insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık
O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay
haline!"(Fussilet-6)
De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul
olarak gönderilen bir beşerim."(İsra–93)
De ki: "Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine),
yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber
indirirdik."(İsra–95)
Resul nedir sorusuna, cevabımızı Kur’an’dan değil de
toplumun anlayışından veya bu anlayışların beslendiği kitaplardan, kaynaklardan
verecek olursak karşımıza; gaybı bilen, her şeye gücü yeten, doğuşundan ölümüne
kadar tüm hayatı olağanüstülüklerle geçen, istediğinde, istediği mucizeyi
gösteren, dilediği gibi hükmeden, vs. özelliklere sahip bir şahsiyet çıkar. Bu
şahsiyete insan demek, onu da kendimiz gibi kabul etmek, aynı zamanda, aynı
coğrafyada yaşasaydık onunla arkadaşlık etmek, dost olmak mümkün olmazdı.
Yanına yaklaşılmayacak hatta yüzüne bile bakılamayacak kadar yüce bir yaratık
olurdu.
Onun her şeyi bizim için çok değerliydi. Sakalının
bir tek kılına bakabilmek, yüz sürebilmek, onu öpebilmek için nelere
katlanmıyorduk. Onun giyindiği gibi giyinmek, dişlerini nasıl fırçalıyorsa öyle
fırçalamak, sadece onun yediği yemekleri yemek... Belki bunlar Resulullah’a
olan sevginin bir işareti sayılabilirdi. Ancak bu sevgi ve taklidi; sadece
şekilde kalarak, Resulullah’ın insana bakışına, eşyaya bakışına, Kur’an
anlayışına yansımıyordu. Kur’an’dan soyutlanmış bu sevgi, bir noktadan sonra
tapınmanın bir yansıması gibi görünüyordu.
Aşırı yüceltmeci tasavvur ve tavrın asıl hedefi,
Resul’lerin getirdiği vahyi ve misyonu efsaneleştirip sadece hatıra ve anı gibi
yaşamaktır. Hz. Peygamber’den bahsederken; onun mesajı, getirdiği ahlaki
ilkeleri, ibadetlerinin ruhu göz ardı ediliyor, kullandığı eşyalar, uğradığı
yerler, giydiği elbiseler, mesajından ve misyonundan daha önemliymiş gibi
gösteriliyor. Hz.İsa’nın peygamberliğinin Pavlus ve Kilise eliyle nasıl
“Tanrı’nın oğlu - Tanrı” makamına çevrildiyse, Resulullah’ta efsaneci
yüceltmeci akımlarca “âlemlerin onun hürmetine yaratıldığı” melek gibi olan
hatta kimi zaman ilah vasıflarında bir peygamber makamına oturtuldu.
Hz.Peygamber sonrası dönemde Hz. Peygamber’in ölmediği, göğe çıktığı, tekrar
canlandığı, aramızda dolaştığı, hatta onun -Allah olduğu gibi görüşleri savunan
bir takım akımların ortaya çıktığını biliyoruz.
Bu tasavvurun en büyük sakıncası, Hz. Peygamber’i
hayattan yüceltmek suretiyle dışlamak ve örnek alınamaz hale getirmek.
Çağımızda bu tür yaklaşımları, tasavvurları, söylemleri görüyoruz ve
işitiyoruz. Yine günümüzde grupların, hiziplerin, cemaatlerin, tarikatların
kendi meşreplerine yaşantısına uygun bir resul tasavvur ettiklerini ve yeni bir
resul ürettiklerini görüyoruz. Kimi cemaatin meşrebi, savaşçı bir yapıda ise o
zaman Resulullah’ın sadece savaş esnasındaki mücadelesini (kıtalı) göz önüne
alarak Resulullah’ın diğer öğretilerini gündemlerine almazlar. Kimi cemaatler
de Resulullah’ın sadece ahlaki sözlerini ve yaşantısını göz önüne alarak
Resulullah’ın cihad öğretisini almazlar. Kimi cemaatler Resulullah’ın sadece
kılık kıyafetiyle, oturması ve kalkmasıyla, yemek yeme ve yatma şeklini aynen
taklit ederler ve Resulullahın getirdiği asıl mesaj buymuş gibi hareket
ederler. Günümüzde Resulullah’a atomcu/parçacı bir yaklaşımla yaklaşanların
sayısı epeyce fazla.
Kuran, Resullah’ın insanlar için üsvetül hasene
olduğunu, tüm yaşantısıyla bunu teorikten pratiğe aktardığını, çağımıza ve
hatta bütün çağlara taşımak istiyor.Ama efsaneci yüceltmeci veya alçaltıcı
tavırlar ise onu o çağa hapsetmek ve onu oraya kilitlemek istiyor.Kur’an’a
baktığımızda ise çok farklı bir resul portresi çıkıyor.Şimdi Kur’an’da genel
hatlarıyla Rasulullah’ı tanıyalım:
I-Risalet Öncesi ve Risalet Dönemi İnsan Olarak
Muhammed: «Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir.
Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz?
Kim ökçelerinin üzerinde gerisin geriye dönerse Allah’a hiç bir ziyan veremez.»
(3/Al-i İmran, 144) Allah, resulüne hitaben buyuruyor ki: «Sen kitabın kalbine
bırakılacağını ummazdın. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak (indirilmiştir).»
(Kasas, 86) «Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.» (Şûrâ, 52) Kendisine
gelecek vahiyden habersizdi ve en azından doğru olanın arayışı içindeydi.
Bazılarının söylediği gibi o kendisine vahiy gelmeden önce peygamber değildi.
Ve insan olarak sorumluydu. Vahiy geldikten sonra da Peygamber’in sorumluluğu
ortadan kalkmadı.«Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız ve elbette
gönderilen elçilere de soracağız. Ve elbette onlara aralarında olup bitenleri
kesin doğru olan bilgi ile anlatacağız.» (A’raf, 6–7) Onun bizden farklılığı
vahyin kontrolünde olması, hatalarının vahiyle düzeltilebilmesi imkânıdır.
Birçok ayette Rasul’ün kimseye zarar ve fayda verme gücüne sahip olmadığını
(72/21), ancak bir insan olduğunu (18/110) öğreniyoruz. «Senden önce
gönderdiğimiz bütün elçiler de yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi.» (Furkan,
20). Resullerin insanlardan seçilmiş olması sürekli tartışma konusu olagelmiş,
bir türlü kabullenilememiştir. Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları
doğru yola gelmekten alıkoyan şeyin hep Allah bir insanı mı elçi gönderdi?
demeleri olduğu anlatılır (17/9).
II. Rasulullah’ın Bilgi Kaynağı: Kur’an’ı
incelediğimizde Rasul’ün (risaletle ilgili) bilgi (ilim) kaynağının vahiy
olduğunu görürüz. Bu vahiy de elimizde mevcut olan Kur’an’dır. «Sen bundan önce
bir kitap okumuyordun, elinle onu yazmıyordun. Öyle olsaydı o zaman iptalciler
kuşkulanırlardı.» (Ankebut,48) Fakat bu Resul’ün, normal insanların bilgilenme
kaynaklarına bigane olduğu, onlardan mahrum kaldığı anlamına gelmez. Hatta
Kur’an bizatihi Resulullah’ı bu bilgi kaynaklarına yöneltir: «Eğer sen, sana
indirdiğimizden kuşkuda isen, senden önce kitap okuyanlara sor...» (Yunus,94)
Kur’an’da anlatılan kıssalar Resule okunmadan önce gayb haberleriydi. Bu
haberleri resul bilmiyordu (12/102, 20/99). Kendisine vahiy geldikten sonra
vahyi acele hıfz etmek ve insanlara aktarmak istiyordu. Ama Allah, Resulünü
uyarıp ilminin artması için Rabbine duaya çağırıyordu (20/114). Necm Suresi’nin
ilk ayetleriyle ilgili olarak «hevasından konuşmaz» ayeti Rasul’ün bütün
yaşamına ve söylediklerine hamledilerek tamamen iradesiz bir resul tipi
karşımıza çıkarılmak isteniyor. Hâlbuki ayetler bir bütün olarak ve Kur’an
bütünlüğünde değerlendirilirse ayetteki hevadan olmayan konuşmanın Kur’an
olduğunu anlayabiliriz (53/1–6).
III. Resulullah’ın Görevi: Rasulün öncelikli görevi
vahyi özümsemek (20/114) ve özümsediği vahyi insanlara ulaştırmaktır. O
gerçekle müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir (2/119, 26/194). Onun
görevi hakkın şahitliğini yapmak ve insanlara örnek olmaktır. Bu, geçmiş
peygamberler için de cari olan bir görevdir. Bütün resullerin görevi şu ayetle
vurgulanmıştır: «Muhakkak biz her topluma Allah’a kulluk edin. tağutlardan
kaçının diye bir resul göndermişizdir.» (16/Nahl,36)
IV. Resulullah’a Allah’ın Yardımı: Allah-u Teala:
«Bir toplum kendi nefislerindekini değiştirmedikçe Allah da onların durumunu
değiştirecek değildir.» (13/11) buyurmaktadır. Allah’ın yardımı müminlerin
hepsi için söz konusudur. «O, imanlarına iman katsınlar diye müminlerin
kalplerine huzur indirdi. Göklerin ve yerin askerleri onundur. Allah bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir.» (48/Fetih, 4) Müslümanlar çabalarsa Allah yolunda
cihad ederse Allah desteğini vaat eder. Düşmanlar Resul (s)’e tuzak hazırlarken
Allah da onlara tuzak kuruyordu (8/30). Elçiyi incitenler ona hiç bir zarar
veremez (47/32). Resule en büyük yardım, vahyin tebliği sırasındaki yaşanan
güçlükler ve tereddütler karşısında söz konusu olmuştur: «Onlar neredeyse sana
vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye
düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni
sağlamlaştırmasaydık, and olsun, sen onlara az bir şey eğilim gösterecektin.»
(17/isra, 73–74)
IV. Resulullah’ın örnekliği ve itaat: Rasulullah bir
teorisyen, bir felsefeci veya yapmadıklarını söyleyen biri değildi. O, her
şeyden önce insanlara taşıdığı mesajın kendisini de bağladığının farkındaydı ve
bu hususta azami derecede gayret sarf ediyordu. Söylediklerinin şahitliğini
yapıyor ve insanlara mesajını yaşayarak örneklik ediyordu. O Hz.Aişe (r.a)
annemizin de ifade ettiği gibi yaşayan Kuran’dı. Kuran’ı yaşantısıyla örnek
olabilmesi için pratize ediyordu «Andolsun Allah’ın elçisinde sizin için,
Allah’a ve ahiret gününe inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için güzel bir
örnek vardır.» (Ahzab, 21) Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus
Resulullah’ın taklit edilmesiyle, örnek alınmasının farklı şeyler olduğudur.
Ona tabi olmakla taklit etmek farklı şeylerdir.. Taklitte irade yoktur. Tabi
oluşta iradi bir tavır vardır. Allah müminlerden, Resulullah’ı örnek almalarını
isterken, onun örnekliğini garanti altına almıştır.
V. Resulullah’ın Hüküm Koyması: Hüküm koyma/verme
derken, Resulullah’ın kendisine gelen vahiy dışında; haram etme veya helal sayma
yetkisinin olup olmadığını kastediyoruz. Eğer Resulullah’ın koyduğu hüküm
kendisine gelen vahyin gereği ise zaten buna kimsenin itirazı olamaz: «Kim
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse onlar kâfirlerin / zalimlerin / fasıkların ta
kendileridir.» (Maide, 44–45–47. ayetler) Yok eğer Kur’an’ın belirlediği bir
hususta Resulullah ayrı bir hüküm verebilir veya başka bir ifadeyle, Kur’an’ın
haram etmediği bir şeyi Rasulullah haram edebilir veya tam aksi, deniyorsa işte
burada Kur’an’a aykırılık ve onun hükümlerini bizzat yaşayan Rasulullah’a da
iftira var demektir. Hüküm hususunda Resulullah, kendisinden önceki resullerde
olduğu gibi, vahye tabidir: «Gerçek Tevrat’ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur
vardır, İslam olmuş nebiler, onunla Yahudilere hüküm veriyorlar.» (Maide, 44)
Bu ayet geçmiş peygamberlerin hüküm verirken izledikleri yolu göstermektedir.
Aynı yol Resulullah için de geçerlidir: «Biz sana kitabı indirdik ki, insanlar
arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin; hainlerin savunucusu
olma!» (Nisa, 105) Bu uyarıdan sonra artık Resulullah’ın hüküm verirken neye
tabi olacağı gayet açıktır. O yalnızca bir peygamber değildi. Aynı zamanda bir
aile reisi, bir devlet başkanıydı da. Ebetteki günlük hayatta birçok meseleyle
karşılaşıyor ve hatta kendisine gelinip gelişmeler, olaylar hakkında hüküm
vermesi isteniyordu. O da Allah’ın kitabıyla hükmediyordu. Yegâne hüküm koyucu,
helal ve haramı belirleyici olan yalnızca Allah’tır. O hükmüne kimseyi ortak
etmez (18/26). İstediği hükmü verir (5/1) ve hüküm vermek yalnız Allah’a aittir
(6/57; 12/40, 67). Kuran’da geçen hüküm verme ile ilgili ayetlerdeki Allah ve
Resulü ifadeleri, yukarıda izah etmeye çalıştığımız, Resulullah’ın Allah’ın
hükmüyle hükmetmesi olgusuna işaret etmektedir: «Allah ve Resulü bir işte hüküm
verdiği zaman artık inanmış kadın ve erkeğin o işi kendi isteklerine göre seçme
hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulü’ne karşı gelirse, apaçık bir dalalete
düşmüş olur.» (Ahzab, 36)
VI. Resulullah’ın Vahiyle Uyarılması ve İkaz
Edilmesi: Resul bir beşer olarak bazen hata ediyor ve bazen de muhtemel bir
olumsuzluğa düşmemesi için vahiyle uyarılıyordu. Bu uyarı, olaya göre bazen
yumuşak, bazen sert üslupla oluyordu. Mesela Abese Suresinin ilk ayetlerinde
anlatılan olay bu konunun somut bir örneğidir: «Surat astı ve döndü. Kör geldi
diye. Ne bilirsin, belki o arınacak. Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine
yarayacak. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince; sen ona
yönetiyorsun. Onun arınmasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, korkarak
gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun.» (Abese, 1–10) Yine Resulullah’ın Tahrim
Suresi’nde (66/1), hanımlarının hoşnutsuzluğunu istemeyerek helal olan şeyi
kendine haram kılması veya Tevbe Suresi’nde (9/43, 86) savaşa gitmek
isteyenlere izin vermesi gibi hatalı tavırlarından dolayı ikaz edildiğini
görüyoruz. Sabah akşam Rablerine dua edenleri yanından uzaklaştırmaması (6/92),
kendisine gelen ilimden sonra inkâr edenlerin havalarına uymaması (13/37),
sevdiğini hidayete eriştiremeyeceği (28/56), konuşmalarını dinlediği ve cüsseli
yapılarını beğendiği kişilerin Allah düşmanı olduğu ve onlardan kaçınıp
sakınması (63/4) gibi konularda da Resulullah’ın uyarıldığını bizzat Kur’an-ı
Kerim’de görebiliyoruz.
VII. Resulullah’a Özgü Durumlar: Allah elçisinin
vahiyle ilk elden muhatap olması; dolayısıyla elbette bizden farklı olarak bir
takım özellikleri taşıması anlamına da gelir. Resulullah bir beşerdir (18/110;
41/6; 12/109). Risaletle ilgili misyonunun haricinde beşeri kurallara tabidir.
Bununla birlikte o, bazı hallerde kişiye özel kurallara tabi tutulmuştur, işte
Resulullah’a özgü durumlardan bazıları: a) Resulün hanımları müminlerin
anneleri olarak belirtilmiş ve onlarla evlenilmesi haram kılınmıştır (33/6,53)
b) Peygamberin evine herhangi birisinin evine girer gibi girilmemesi, ancak
çağrıldığı vakit izin isteyerek girilmesi gerektiği vurgulanmıştır (33/53;
26/62:49/1–7) c) Yine Rasulullahtan gecenin bir kısmında Rabbinden övülmüş bir
makama ulaştırılması için nafile olarak salât etmesi isteniyor (17/79; 52/49)
d) Evlenme konusunda da Resulullah bir takım ayrıcalıklara sahipti. «…kendisini
peygambere hibe eden ve peygamberinde almak istediği mümine kadını, diğer
müminler hariç yalnız sana helal kıldık.» (Ahzab, 50). Bunu takip eden 52. ayet
ise evlilik hususunda bir başka sınırlama getirmektedir. e) Müminlerin Resule
salât etmeleri istenmiştir (33/56). Burada salât etmek değil, bizce Resul’e
karşı saygılı olmak, ona işlerinde destek olmak anlamındadır.
Resul kendisine risalet görevi verilmeden önce
vahiyle muhatap değildir. Mekke halkından bir ferttir. Peygamber’in görevi
mesajı en iyi biçimde insanlara ulaştırmak ve onu yaşamada insanlara öncülük
etmek ve hakkın şahitliğinde bulunmaktır. Resul bir insandır. Beşer olarak
taşıdığı zaaflara karşı uyarılmıştır. Bununla birlikte Kur’an’ı en iyi anlayan
Resul (s)’dür. Yine en iyi uygulayan, pratize eden odur. Müminler için en güzel
örnektir.Rasul bizim tek önderimiz,tek hayat rehberimizdir
Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde okumaya, bilgiye,
akla, düşünceye, araştırmaya son derece önem verildiği malumdur. Hz. Peygamber
hayatında ve faaliyetlerinde batıl inanışlara ve hurafelere göre değil, bilakis
daima inanç, azim, sebat, sabır, çalışma, sebeplere bağlanma ve danışarak
hareket etme gibi esaslara riayet etmiş, faaliyetlerini somut adımlar atarak
gerçekleştirmiştir.
Hurafeler, mantıksal temeli ve gerçek hayatla ilgisi
bulunmayan yanlış inanç ve uygulamalardır. Din dışı alanlarda görülmekle
birlikte dinî konularda daha yaygındırlar. Irk ve din ayrımı gözetmeksizin
çeşitli toplumlar arasında mevcutturlar. Din bazında ele alınacak olursa,
tarihte ve günümüzde Yahudiler ve Hıristiyanlarda olduğu gibi Müslümanlar
arasında da görülmektedir. Önceki dinlere ait kültürlerden bazı unsurların
Müslümanlar arasına taşınması ve bilgisizlik gibi nedenler, uluhiyet, gayb,
uğur-uğursuzluk ve ölülerden yardım beklemek gibi belli başlı hurafelerin
ortaya çıkmasına ve uygulanmasına yol açmıştır.
Batıl inanışlar ve hurafeler, çağımızın olumsuz
anlamda gelişme gösteren değerlerinden biridir. Pozitif bilimlerin başdöndürücü
bir şekilde ilerleme kaydettiği, sosyal bilimlerin geliştiği, bilimsel
araştırmaların hayatın her alanına nüfuz ettiği günümüzde hurafelere ilginin
azalması gerektiği düşünülür. Ancak sayısız hurafe ve halk inançlarının coğrafi
sınır ve kültürel seviye farkı bile tanımaksızın zamanımızda ilgi gördüğü ve
insanları etkilediği görülmektedir. Bu noktada, diğer alanlardaki
faaliyetlerinde olduğu gibi, Hz. Peygamber'in hurafeler karşısındaki tutumunun
da günümüzde değerini ve önemini koruduğu ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber bu
açıdan da insanlara örnekliğini göstermiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde, insanın kaderini
değiştirme iddiası taşıyan, Allah'tan başka varlıklardan yardım alma gayesi
güden, insanları sağlam bilgi kaynaklarından ve sebeplere başvurmaktan alıkoyan
her türlü hurafe, batıl inanç ve uygulamalar, açık ve kesin bir şekilde
reddedilmiş ve yasaklanmıştır.
Hz. Peygamber'in hemen tüm faaliyetlerinde
hurafelerle mücadele ettiği görülmektedir. Sözgelimi kehaneti ve kâhinlerin
eylemlerini kesinlikle hoş görmemiş, çeşitli tekniklerle gelecekten ve
bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatı
olan ve hemen bütün milletlerde batıl inanç ya da folklor olarak varlığı
görülen falcılığı yasaklamıştır. Araplar arasında falcılık son derece yaygındı.
Cahiliye dönemi Arap toplumunda görülen ve kuşların adları, sesleri ve
uçuşlarından uğursuz anlamlar çıkarma, kuşların uçuş tarzını inceleyerek
yorumlar yapma veya çakıl taşı, nohut, bakla gibi maddelerle fal tutma gibi
bütün fal çeşitleri Hz. Peygamber'in yasakladığı hususların kapsamına
girmektedir.
Hz. Peygamber, su dolu bardağa, güneşe, billur
parçasına bakarak remil atıp secili ve kafiyeli sözlerle ve bunların yanı sıra,
sözgelimi çocukların vücut yapılarına bakarak gelecekleriyle ilgili tahmin
yürütmek gibi daha başka usullerle gaibden haber verdiğini iddia eden kâhinlere
müracaatı yasaklamıştır. Muaviye b. Hakem es-Sülemî adlı sahabi, kendisine
"Biz birtakım şeyleri cahiliye döneminde yapıyorduk. Kâhine
gidiyorduk." deyince "Kâhinlere gitmeyin." buyurmuştur. Adı
geçen şahsın "Uğursuzlukta bulunuyorduk" demesi üzerine de,
kendilerinin öyle zannettiklerini, ancak buna itibar edilmemesini ve
niyetlenilen işten geri kalınmamasını söylemiştir. Bir grup insanın kâhinler
hakkında bilgi almak amacıyla sordukları soruya "Kâhinler birşey
değildir.” demiştir. Kâhin veya arrâfa giderek onları tasdik etmekle iman
arasında bağlantı kurmuştur. Nitekim "böyle hareket edenlerin kendisine
indirileni inkar etmiş sayılacaklarını ve namazlarının kırk gün kabul
edilmeyeceğini.” bildirmiştir.
Hz. Peygamber, İslam'da uğursuzluk telakkisinin
bulunmadığını, uğursuzluğa inanmanın kişiyi şirke götürebileceğini haber
vermiştir. Kuşun ötmesinin ve uçmasının uğursuzluk sayılamayacağını belirterek,
ilginç görünen nesne ve olayların iyiye yorulmasını tavsiye etmiştir. Büyü
yapmanın ve muska taşımanın tevhid inancını zedeleyeceğini bildirmiştir.
İslam öncesinde Araplar, bafşta güneş ve ay olmak
üzere birtakım gök cisimlerine ve melek, cin ve şeytan gibi ruhani varlıklara
taparlardı. Bunun yanı sıra, bu cisimler hakkında çeşitli batıl inançlara da
sahip idiler. Sözgelimi yıldızların yağmur yağdırdığına inanırlardı. Hz.
Peygamber ise bunun cahiliye inancı olduğunu söylemiştir. Araplar güneşin melek
olduğunu, şeytanların putları mekan edindiklerini kabul ederlerdi. Bir yıldızın
kaymasını veya düşmesini, o beldede bir büyüğün doğmasına, yahut ölmesine, ve
yahut da bir felaketin geleceğine işaret sayarlardı. Hz. Peygamber bu tür
inançların batıl olduğunu bildirmiştir. Bu konudaki görüşünü açıkladığı bir
olay şöyle gelişmiştir: Bir gece vakti Hz. Peygamber sahabelerle birlikte
otururken bir yıldız kayar ve ortalığı aydınlatır. Bunun üzerine cahiliye
döneminde böyle bir durumda ne dediklerini yanındakilere sorar. Onlar da
"'Bu gece büyük bir adam doğdu; büyük bir adam öldü derdik." cevabını
verirler. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Yıldız ne bir kimsenin ölümü için
kayar, ne de dünyaya geldiği için." der.
Kırlarda yaşadığına, çeşitli renk ve şekle girerek
insanlara göründüğüne, onları yollarından saptırıp helak ettiğine, kılıçla
vurulan ilk darbede öldüğüne, ikinci darbede ise dirildiğine inanılan ve
efsanevi bir varlık olan "Ğûî" hakkında Hz. Peygamber "Gûî
yoktur." buyurmuş, bu türden hayaletlerin varlığına dair telakkilerin
batıl olduğunu kesin bir şekilde ifade etmiştir. Bunun yanında, cahiliye
inançlarının kalıntısı olarak bir hayaletin görünmesi durumunda besmele çekmek
ve ezan okumak gibi Müslümanların maneviyatını güçlendiren uygulamalar da tavsiye
edilmiştir.
Hz. Peygamber, Arapların Kâbe ve Mekke'nin
kutsallığıyla ilgili inançlarını hurafelerden arındırmıştır.
İslam'ın doğduğu sırada cincilik, düğüm atmak,
üflemek, fal okları ve yıldıza bakmak gibi usullerle yaygın bir şekilde
putperestlikle birlikte uygulanmaktaydı. İslam buna şiddetle karşı çıkmıştır.
Sihir-büyü yapılmasını Hz. Peygamber büyük günahlar arasında saymış, hatta bir
sözünde Allah'a şirk koşmanın hemen ardından zikretmiştir. Sihir yapanın
imanının zayi olacağını bildirmiştir. Bunun yanında büyü yapan için cezalar
öngörülmüştür.
Hz. Peygamber'in 9. ve 10. hicri yıllarda yoğun bir
şekilde Medine'ye gelen heyetlerle yaptığı görüşmeler, İslam'ı tanıtma ve yayma
bakımından olduğu kadar, batıl inanışlar ve hurafelerle mücadele açısından da
önem arzeder. Peygamberimiz kabilelerin öteden beri sahip oldukları batıl
inançları ve bunlarla ilgili uygulamaları ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Esed
kabilesi heyeti kuşları azarlamak, onların isimlerinden, seslerinden ve
geçişlerinden anlamlar çıkarmak, taşları işaretleyip avuçlarında sallayarak
birtakım anlamlar çıkarmak ve kehanet gibi uygulamaların hükmünü sorduklarında
Hz. Peygamber bütün bunları yasaklamıştır.
Sonuç olarak, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde
okumaya, bilgiye, akla, düşünceye, araştırmaya son derece önem verildiği
malumdur. Hz. Peygamber hayatında ve faaliyetlerinde batıl inanışlara ve
hurafelere göre değil, bilakis daima inanç, azim, sebat, sabır, çalışma,
sebeplere bağlanma ve danışarak hareket etme gibi esaslara riayet etmiş,
faaliyetlerini somut adımlar atarak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder