30 Ocak 2019 Çarşamba

TASAVVUF ADINA UYDURULAN RİVAYETLER


Tasavvuf kitaplarında geçen hadisler hadis kitaplarında var mıdır? Varsa bu hadisler Kur'an ve Sünnet'e uygun, ümmetin kabulüne mazhar olmuş hadisler midir? Bununla beraber tasavvufun hadis anlayışı klasik hadis usulünün ortaya koyduğu ölçülere riayet ediyor mu? Yoksa tasavvuf hadis konusunda klasik hadis usulünün kabul ettiği şartlardan farklı, kendine ait şartlara ve ölçülere mi sahip? Bu açıdan bakıldığında "Tasavvufun hadislere ulaşmada bilgi kaynağı nedir?" gibi sorulara bu incelememizde cevaplar arayacağız. Ayrıca hadisçiler ile tasavvufçular arasındaki ilişkinin tarihsel boyutuna da değineceğiz. Hadis ekolünün tarih içinde ve bugün tasavvufçulara karşı tutumunun nasıl olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Öncelikle ifade etmek gerekir ki, tasavvuf hareketi tarihin hiçbir döneminde ümmetin genelinde kabul görmüş bir akım olmamıştır. Bu akım her dönemde tartışılmış, itirazlara muhatap olmuştur. Ancak olgusal bir gerçeklik olarak tasavvuf birçok dönemde varlığını bir şekilde sürdürmeyi başarmıştır. Sosyolojik anlamda halk kitlelerinin tasavvufa olan ilgilerinin zaman zaman yükselmesi din adamlarının ya da ulemanın ona hoşgörü ile bakmalarına ve mevcut rejimlerin çıkarlarına ters düşmediği müddetçe karşı çıkmamalarına sebep olmuştur. Ancak bu, tasavvufun ulemanın ve ümmetin bütününün benimsediği ve doğruladığı bir olgu olduğu anlamına gelmemelidir.
Tasavvuf kaynakları incelendiğinde bu eserlerde bol miktarda hadis denilen rivayetlere yer verildiği göze çarpmaktadır. Tasavvufun oluşumunda ve kendini İslamileştirmesinde bu rivayetlerin büyük bir önemi vardır. Tasavvufçular kitaplarında yaptıkları açıklamalarda tasavvuf öğretisinin Kur'an ve Sünnet'e dayandığını, Kur'an ve Sünnet'e dayanmayan bir tasavvufun İslam'la tezat teşkil edeceğini devamlı surette vurgulamışlardır. Bu iddia İslam hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan insanlar açısından yanıltıcı olabilmektedir.
Kur'an ve Sünnet'e uygunluk iddialarına karşın konuya teorik ve pratik açıdan bakıldığında durumun hiç de böyle olmadığı görülmektedir. Sorun öncelikle Kur'an alanında kendini göstermiştir. Sufilerin tasavvufun İslamiliğinin delili olarak ileri sürdükleri ayetleri Kur'an bütünlüğünden kopuk, parçacı bir yaklaşımla ele aldıkları ve ayetleri bağlamlarının dışında hiç ilgisi bulunmayan şekillerde yorumladıkları görülmektedir.1 Aynı şeyi hadisler için de söylemek mümkündür. Müslümanların dinin asıl kaynaklarına dair yaşadığı bu bunalım maalesef zaman içinde ümmetin hiçbir şeyi sorgulamadan, araştırmadan kabul etme eğilimini de beraberinde getirmiştir. Dini Allah'ın dini olmaktan çıkarıp atalar dini haline getiren bu zihniyet kaynaklarla irtibatı zayıf olmasına rağmen tasavvuf ve benzeri akımların İslam olarak algılanmasına neden olmuştur.
Hadis Uydurma Hareketi ve Tasavvuf
Tasavvuf kitaplarında zikredilen rivayetler incelendiğinde bunların çoğunun zayıf ya da uydurma rivayetler olduğu göze çarpar. Bu rivayetler gerek senet gerekse metin yönünden geçmişte de pek çok eleştiriye tabi tutulmuşlardır. Hadisçiler bu rivayetlerin uydurma olduğuna dair çeşitli çalışmalar ortaya koymuşlardır.
Klasik hadis kaynakları açısından tasavvufun temelini oluşturan ve halk arasında oldukça yaygın olarak bilinen birçok hadisi değerlendirdiğimizde ilk karşılaştığımız problem bu rivayetlerin temel hadis kitaplarında hiç zikredilmemiş olmasıdır. "Nefsini bilen Rabbini bilir", "Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım", "(Ey Muhammed) Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım", "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve kainatı yarattım" vb. gibi rivayetler tasavvufçuların iddia ettiğinin aksine uydurma sözlerdir ve Kütüb-i Sitte'de dahi geçmemektedir.2
"Başlangıçtan itibaren hadis uydurma hareketi hayatın her alanını ilgilendiren konuları içermiştir. Bununla birlikte İslami ilimlerde zayıf ve mevzu hadis denilince akla ilk gelen sahalardan biri tasavvuftur. Özellikle tasavvufun ihtiva ettiği hususlarla ilgili hadisler uydurulduğu sıklıkla görülmüştür. Konuyla alakalı olarak yazılan eserlerin hemen hepsinde zühd ve hayır maksadıyla hadisler uydurulduğundan ve bu işi yapanların bazı zahidler ve salihler olduğuna dikkat çekilmiştir."3 Bu gerçek Müslim'in mukaddimesinde şu sözlerle ifade edilmiştir: "Hayra ve zühde nispet edilen kişiden daha çok yalan söyleyen görmedim."
Hadisçiler uydurma hadisler konusunda ehl-i tasavvufun rolünün çok büyük olduğunu ileri sürmüşler ve bunun nedenlerine dair de tespitlerde bulunmuşlardır.
"Bu gruba mensup olanlar Müslümanları iyiliğe ve bol ibadete sevk etmek, kötülükten uzaklaştırmak, dine daha çok fayda sağlamak ve Müslümanlar arasındaki ihtilafları yok etmek, fırkaları birbirine yaklaştırmak için hadis uydurmuşlardır."4
İslam düşünce tarihinde önceleri tasavvufun İslam'daki varlığı üzerine yürütülen tartışmalar zaman içerisinde tasavvufun İslami esaslara uygun olup olmadığı tartışmasına dönüşmüştür. Toplumsal gelişmeler ve birtakım dış tesirler tasavvufa İslam dışı unsurların girişini kolaylaştıran etkenler olmuştur.
Mutasavvıfların Hadis Anlayışı
Pratikte hadise büyük önem verdikleri düşünülen tasavvufçuların aslında hadis rivayeti ve kaynakları konusunda hiç de titiz olmadıkları görülmektedir. Öncelikle tasavvufçular rivayetlerinde senet zikretmezler. Hadisleri mana, keşif, ilham ve rüya yoluyla aldıklarını iddia ederler. Onlara göre bir rivayetin tasavvufi bir eserde geçmesi o hadisin doğruluğu için yeterlidir. Yani usuli anlamda bir rivayet bilinci gelişmemiştir tasavvufçularda. Tasavvuf kitaplarında geçen şeyh sözleri zamanla hadis olarak nakledilmiş, bu durum uydurma rivayetlerin tasavvufi eserlerde bolca bulunması sonucunu doğurmuştur.
Hadisleri keşf, ilham ve rüya yoluyla elde ettiklerine inanan sufiler, bir de bu sözleri Hz. Peygamber'le görüşerek teyit ettirmek gibi farklı bir hadis usulüne sahip olduklarını söylemişlerdir. Hâlbuki klasik hadis usulünde keşf, ilham ve rüya ile hadis rivayetinin güvenilir kabul edilmediği ortadadır. Keşf, rüya ve ilham yoluyla hadis rivayet ettiğini iddia etmek yeni bir sünnet ortaya koymaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Tasavvufun temel esaslarının uydurma rivayetlere dayandırılması erken dönemlerden itibaren eleştiri konusu olmuştur. Tasavvuf konusunda yazılmış ilk eser kabul edilen er-Rivaye ve yazarı Haris Muhasibi (ö. 243/857)'nin durumu bu konuda ilk örneklerden biridir. Kendisi tasavvuf geleneğinin önde gelen ulemasından sayılmaktadır. Yaşadığı dönemde hadis ekolünün ağırlığı vardır. Haris Muhasibi bu çağın en ünlü mutasavvıflarındandır. Yazdığı eserlerle kendisinden sonrakileri etkilemiştir.
"Fıkıh, kelam, hadis ve tasavvufta imam" kabul edilen birisi olmasına rağmen Kütüb-i Sitte'de kendisinden hiç hadis rivayet edilmemiştir. Zamanının hadis ekolünün temsilcisi olan Ahmed b. Hanbel tarafından Haris Muhasibi dışlanmış birisidir. Hadisler konusunda dikkatli olmadığı, rivayetleri önemsemediği, kitaplarının bidat ve hurafelerle dolu olduğu, onlardan uzak durulması gerektiği, insanı delalete sevk edeceği gibi suçlamalara maruz kalmıştır. Bu tepkiler karşısında Haris Muhasibi inzivaya çekilmiş, ölümünde cenazesini sadece dört kişi kılmıştır.5
Tasavvufa karşı kelam ve hadis ekolünün müntesipleri ağır suçlamalar yöneltmişlerdir. Selef denilen hadis ekolünün tasavvufu savunan kişilere ve yazdıkları eserlere dair ilk dönemlerden itibaren yaptıkları değerlendirmeler, suçlamalar gerçekten bize tasavvufun içinde bulunduğu vahim durumu göz önüne sermektedir.
"Meşhur hadis alimi İbn Salah ilk ve en muteber tasavvufi tefsiri yazmış olan Sülemi'nin Hakikat'ut-Tefsiri hakkında şöyle diyor: "Bu kitaptaki şeyler tefsir değildir. Eğer Sülemi bunların tefsir olduğuna inanıyorsa kafir olmuştur."6
Şatıbi bu konuda şöyle diyor: "Türedi sufiler ayete, hadise ve şeri naslara aykırı da olsa kitaplarda nakledilen mutasavvıfların sözlerine ve menkıbelerine bağlanıyor ve bunları kendileri için din haline getiriyorlar. Mutasavvıfların söz ve davranışlarına hüsnü zan gösterdikleri halde Muhammed'in şeriatı konusunda hüsnü zan beslemiyorlar. Bu ise hakka tabi olmak manasına gelmez, kişilere uymak manasına gelir."7
Bu değerlendirmelerimiz hadis ekolüne ait ortaya konulan tüm tespitlere katıldığımız anlamına gelmez elbette. Hiç şüphesiz klasik hadis usulü de kendi içinde birçok yanlışları, eksiklikleri barındırmaktadır. Fakat hadisçilerin tasavvufi anlayışa göre en azından dinin kaynaklarına dair bir usul kaygısı taşıdığını kabul etmek gerekir. Bu nedenle hadis tarihine dair klasik eserler tarihi süreç içinde tasavvufun hadis anlayışını incelemede faydalanılacak bilgiler verebilir.
Tasavvuf kitaplarında geçen uydurma hadisler konusunda son dönemde yapılmış değerli çalışmalar da vardır. Bunlardan birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:
1. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2000.
2. Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivayetler, Muhittin Uysal, Yediveren Yayınları, Konya, 2001.
3. Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kaynakları, Dr. Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2001.
4. Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, Prof. Dr. Sadık Cihan, Etüt Yayınları, Samsun, 1997.
Yukarıda verdiğimiz kaynaklarda birçok tasavvuf kitabı incelenmiş ve bu kitaplarda geçen hadisler kaynak itibariyle gözden geçirilmiştir.
 
Dipnotlar:
1- Bu konu ile ilgili Mustafa Öztürk'ün Tefsirde Batınilik ve Batıni Tevil Geleneğe ve Kur'an ve Aşırı Yorum isimli çalışmalarına bakılabilir. Ayrıca yine aynı yazarın "Tefsirde Zahir-Batın Dualizmi ya da Tasavvufi Aşırı Yorum" (İslamiyat, cilt 2, sayı 3/1999) adlı makalesi incelenebilir.
2- Yıldırım, Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2001, s. 415.
3- Yıldırm, a.g.e., s. 54.
4- Koçyiğit, Talat, Hadis Usulü, Ankara 1977, s. 141.
5- Uysal, Muhittin, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivayetler, Yediveren, Konya 2001, s. 89.
6- Uludağ, Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergah Yayınları, İstanbul 1999, s. 64.
7- İbn-i Cevzi'nin Telbis-ü İblis'inden aktaran Süleyman Uludağ, a.g.e., s. 65.
 
 
Tasavvuf Kitaplarındaki Uydurma Hadisler -2
 
Bir önceki bölümde tasavvufun inanç esaslarının ve pratiğinin dayandığı hadislerin zayıf veya uydurma olduğunu ifade etmiştik. Bu hususu tasavvuf öğretilerinin temel esası olan birtakım kavramları ele alarak inceleyebiliriz. Tasavvuf bazen İslami kavramları içlerini boşaltarak, hatta onları aslından saptırarak kullanırken, bazen de yeni kavramlarla kendisini ifade etmeye çalışmıştır.
Tevhid, yaratılış, Allah, peygamberlik, nübüvvet, veli, evliya, zikir, zahir, batın, zühd, rabıta, keramet gibi kavramları İslami literatürden ve Kur'an bütünlüğünden kopararak, üstelik bu konularda kendi dünya görüşüne dayanak yapmak için hadis bile uydurmaktan çekinmeyerek ümmeti bambaşka bir din anlayışına götürmüştür. Dış görünüşü İslam boyası ile boyanmış gibi görünse bile içeriği İslam öncesi dinlerden ve fethedilen yerlerin kültürlerinden etkilenerek oluşan bir eklektik yapıyla karşı karşıya olduğumuzu gözden kaçırmamak gerekir.
Tevhid ve Allah Tasavvuru
Tevhid konusunda tasavvufçular pek çok hadis uydurmuşlardır. Bunlardan birkaç örnek verebiliriz:
1. "Benim Allah ile beraber olduğum öyle bir vakit vardır ki benimle birlikte o vakitte bana, ne Hakk'a yakın bir melek, ne de gönderilmiş bir peygamber yaklaşabilir."
Bu sözün meşhur tasavvuf kitaplarında geçmesine rağmen (Kuşeyri'nin Risale'sinde, İbn Arabi'nin Fususü'l-Hikem'inde, İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ında ve Hucviri'nin kitaplarında) hadis kitaplarında bu söze rastlanmadığı belirtilmiştir.1
Tevhid konusunda uydurma olan bazı rivayetleri herhangi bir yorum yapmadan şöyle sıralayabiliriz:
2. Rasulullah şöyle buyurdu: "Rabbim bana bu gece en güzel şekilde geldi."
3. Ebu Hureyre'den Rasulullah şöyle buyurdu: "Allah kıyamet gününde: 'Ey Ademoğlu! Ben hasta oldum da sen beni niçin ziyaret etmedin' diyecek. Ademoğlu: 'Ya Rabbi sen alemlerin Rabbisin, ben seni nasıl ziyaret edebilirim?' diyecek. Allah Teala 'Falan kulumun hasta olduğunu bildiğin halde niçin onu ziyaret etmedin? Eğer onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulacaktın.'"
Bu rivayetin İncil'de de bir benzeri vardır.2
4. Ebu Hureyre'den Rasulullah şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki en alttaki dünyaya, iple bir adam sarkıtmış olsanız, mutlaka Allah'ın üzerine düşer."
5. Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın buyurduğuna göre, Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Her kim benim veli kullarımdan birisine düşmanlık ederse, ben ona harp açarım. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır. Bunun sonucunda ben de onu severim. Bir kere onu sevdim mi, ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim."
Yukarıdaki sözler Buhari, İbn Mace ve Ahmed b. Hanbel'de geçmesine rağmen hadis tenkitçileri tarafından kabul görmemiş ve ihtiyatla yaklaşılmıştır.
Bu sözler şöyle değerlendirilmiştir: "İslam itikadına göre peygamberler dışında hiç kimse masum değildir. Peygamberlerden bile zelle denilen hatalar sadır olmuştur. Hatta peygamberlerin tebliğ dışında bulundukları hallerdeki masumiyeti tartışılmıştır. Hal böyle olunca veliler için masumluk yolunu açmak onlara hakkı olmadıkları mertebeyi vermek demektir ki bu da İslam inancına terstir. Ayrıca böyle bir anlayış insanları olmadıkları mertebe dışında görmek gibi itikadi açıdan büyük hatalara düşmesine sebebiyet vermektedir."3
6. Ebu Hureyre'den, Rasulullah (s) şöyle buyurdu: "Allah, Adem'i kendi suretinde yarattı."
Bu hadisi Buhari, Müslim ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmesine rağmen kelamcılar teşbih ifade ettiği için tenkit ederken aynı ifadelerin Tevrat'ta "Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı."4 şeklinde geçmesi enteresandır. Hadiste İsrailiyat etkisi görülmektedir.
"Hadis olarak aslı olmadığını belirlediğimiz sözler, bazı sufilerin, yine birçok meslektaşları tarafından bile tenkitlerine neden olan yanlış bir tevhid telakkisine kapılmalarında etkili olmuştur. Bu noktada sufiler arasında bir anlayış birliğinden söz etmek çok zordur. İlk dönemlerin sufileri tevhidi 'Her türlü kötü sıfatlardan temizlenme ve güzel sıfatlarla muttasıf olma' şeklinde bir ahlak ve ruh eğitimi aracı görürlerken; sonraki dönemlerde yaşayan bazı sufiler, onu, kulun Allah'la bütünleşmesi olarak algıladıkları için kulluk ve sorumluluk bilincinin de sona ereceği bir çeşit 'Kendinden geçme hali' olarak kabul ettiklerini görüyoruz."5
Tasavvufa Göre Yaratılış Felsefesi
Tasavvufçular dünyanın yaratılışını ilahi aşk kavramıyla açıklamışlardır. Bu meyanda ileri sürdükleri görüşlere hadisten dayanak arayarak ispatlamaya çalışmışlardır.
Örnek: "Gizli bir hazine idim, bilinmemi istedim; bilinmem için mahlukatı yarattım. Kendimi onlara tanıttım, onlar da beni tanıdılar."
Bu sözlerin hiçbir hadis kitabında olmadığı tespit edilmiştir. Bu sefer de bu anlayışın kutsi hadis formunda savunulmaya geçildiği görülmüştür. Bunu zaman zaman kendileri de ifade etmekten çekinmemişlerdir. İbn Arabi bu sözler hakkında: "Nakil yönünden sahih değilse de, keşfen sahihtir." şeklinde hadis usulcülerinin reddettikleri bir usulle delillendirmeye çalışmıştır.
Dünyanın yaratılışı Allah'ın mutlak kudretiyle olmuştur. Bunun sebebini izah etmek, kesin nasların dışında bir yorum yapmak gaybe taş atmaktır. Maalesef bir uydurma söz tarih boyunca doğru kabul edilerek İslami edebiyat altında şair ve yazarlara ilham kaynağı olmuştur.
Yanlışlar İslami edebiyat ve sanat alanında kalmamış süreç içerisinde insanların akideleri de bu yanlış sözler üzerine bina edilmiştir. Mevlitlerde, mesnevilerde ve günümüzde İslami endişe taşıdığını bildiğimiz gazete köşelerinde hâlâ devam etmektedir. İşte bunun en son örneği: "Akit gazetesinde şair arkadaşımız Müştehir Karakaya ile bir söyleşi yayınlandı. Müştehir arkadaşımız 'Kainat bir aşkın tezahürüdür.' diyordu. Bunu da uydurmalığı sıhhatinden daha meşhur bir hadis iddiasına dayandırıyordu: Levlâke hadisi olarak da bilinen 'Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım' rivayeti.
Yanımızda/yakınımızda bulunan bir genç şair arkadaşımızın bile, bu ifadelerin uydurma olduğunu bugünden sonraya hiç işitmemiş gibi, poetikasını oluşturmada delil olarak kullanılmasını nasıl açıklayacağız? Çünkü kimsenin başka bir kaynağı yok. İnsanlar sanatı, şiiri konuşurken birinci elden kaynağa bakma ihtiyacı duymuyorlar her nedense."6
Bu düşüncelere katılmamak mümkün değildir. "İlk yaratılan nedir?" konusu da tasavvufçular arasında tartışılmış ve bununla ilgili birkaç söz uydurulmuştur. Örneğin: "Allah'ın ilk yarattığı akıldır." veya "Allah'ın ilk yarattığı, nurumdur." şeklinde birbiriyle çelişen hadisler uydurulduğunu görmekteyiz. Bu tartışmalar felsefi tasavvufun zihin jimnastiği yaptığı dönemlerin ürünüdür. Aynı görüşler daha sonraki dönemlerde de hiç tartışılmadan kabul görmüştür. Bu sözler neo-Platonizm ve Gnostisizm öğretilerinin tasavvufu etkilemesi sonucu hadis haline gelmişlerdir. Dünyanın yaratılması konusunda neo-Platonizm, tecelli düşüncesini kısaca "Alemin, Allah'tan sudur ettiğini, O'nun bir parçası olduğu" fikrini öne sürer. Bu nazariyeye göre bütün varlıklar Allah'ın bir parçasıdır. O'nun tecellisidir. Bu anlamda uydurulmuş bir hadis: İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Cebrail (a) Peygamberimize şöyle dedi: "Allah arşı yarattı, onun 400 direği vardır. Bir direkle diğeri arası 400 senelik yoldur. Yedi kat gök, kürsinin yanında çöle atılmış bir halka gibidir. Kürsi de arşın yanında böyledir." Hadis denilen bu sözler hiçbir hadis mecmuasında yer almamaktadır.
Kainatın yaratılışı konusunda ileri sürülen hadislerin ravi zincirinde genellikle Ka'bu'l-Ahbar adının geçmesi dikkat çekicidir. Çünkü hadisçilere göre Ka'b, İslam kültürüne İsrailiyat etkisini getiren kişidir. Ka'b'ın sözlerinin Tevrat kaynaklı olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca Hz. Ömer bu kişinin hadis söylemesini yasaklayarak sürgün tehdidinde bulunmuştur. Ayrıca Buhari ve Müslim bu şahıstan hiçbir rivayette bulunmayarak şüphelerini ortaya koymuştur.7
İlk yaratılanla ilgili olarak da bir fikir birliği yoktur. Bunlar: kalem, akıl, nur-ı Muhammedi, Levh-i Mahfuz, arş, su olarak ileri sürülmüştür. Bu konular Gazali, İbn Arabi, İsmail Hakkı Bursevi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Aziz Mahmud Hüdayi gibi kişilerin kitaplarında maalesef uydurma hadislere dayandırılarak ispatlanmaya çalışılmıştır. Daha sonrakiler bu uydurma haberlere dayanarak hiçbir eleştiri yapmadan bunları doğru kabul ederek içtihat oluşturmuşlardır. Olaya Kur'an ve sahih hadisler çerçevesinde bakıldığında yapılan izahların İslam akidesine ters düştüğü görülecektir. Artık bu kitapların dikkatli bir şekilde incelenerek okunması sağlanmalıdır.
 
Dipnotlar:
1- Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2001, s. 80.
2- Matta, XXV, 34-46.
3- Ahmed Yıldırım, a.g.e., s. 85-86.
4- Tevrat, Tekvin, 1, 27.
5- Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivayetler, Yediveren, Konya 1999, s. 264.
6- Metin Önal Mengüşoğlu, "Sanatın Müslüman Zihinlerdeki Titrek Konumu", İktibas dergisi, Sayı: 317, Mayıs 2005, s. 48.
7- Veli Atmaca, Hadiste İsrailiyata Bakış: Ka'bu'l-Ahbar, HÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Urfa 1977, s. 177.
 
Peygambere iman konusu İslam'ın en başta gelen önemli ilkelerindendir. Peygamber vahiy yoluyla Allah'tan aldığı vahyi mesajı önce kendisi uygulamış ve arkasından da insanlara tebliğ etmiştir.
"Ben sadece Alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim, size Rabbimin mesajlarını duyuruyorum."1 "... Biliniz ki elçimize düşen açıkça duyurmaktır."2 mealindeki ayetler Rasul'ün görevini belirtmektedir.
Peygamber vahiy almasının dışında diğer insanlar gibi bir beşer olduğunu "Ben de sizin gibi bir beşerim."3 hitabıyla bildirmiştir. O da herkes gibi bir anne ve babadan doğmuş, çocukluk ve gençlik yıllarını bir toplumda geçirmiş, evlenip çocuk sahibi olmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin kişiliğini gerçekçi bir şekilde anlatan birçok ayet vardır. İnsanlar Allah'ın Kur'an'da tanıttığı ve övdüğü Peygamber'e ait özellikleri yeterli bulmayarak onu insanüstü bir konumda görmek istemişlerdir.
"Buna rağmen bazı Müslümanlar, hatta bazı alimler bile bile bunları bırakarak Kur'an naslarının izin vermediği, hatta Kur'an naslarıyla çelişen bazı özellikleri ona nispet etmeye çalışmaktadır. Eğer mevlüt ayinlerinde okunan hikayelerden birine kulak vermiş iseniz hiç kuşkusuz bu tür aşırılıklara şahit olmuşsunuzdur. Buralarda Peygamber'in şahsiyeti tanrısal bir özelliğe bürünmekte ya da tanrısal bir çerçeveye yerleştirilmektedir. Ayrıca, siyer, şemail ve şerh alanlarında yazılan birçok kitapta da aynı aşırılıklara rastlamak mümkündür. Bu aşırılıklara insanın ilk yaratılış dönemi olan ana rahmindeki yaratılışında olsun, soy kütüğünde olsun, doğumunda olsun ve onunla ilgili müjdelerde olsun rastlamak mümkündür. Halbuki bu tür söylentilerin ve iddiaların Kur'an'a dayalı bir aslı, sahih hadise dayalı bir senedi ya da akla yatkın bir yaklaşımdan gelen temeli yoktur. Hatta seleften rivayet edilen nakillerde ve önceki siyer kitaplarında bu tür şeylere rastlamak mümkün değildir. Peki ilk kaynaklarda olmayan bilgileri sonrakiler nereden alıyorlar!.....Böyle aşırı dindarlık sevdasına düşen Müslümanlar, Peygamber'in kamil insan olmasıyla, üstün ahlaki, temiz ruhu, gönül zenginliği, kuvvetli imanı, Allah için kendisini feda edişi ve yerine getirmeye çalıştığı büyük göreviyle ortaya çıkan olgunluğuyla yetinmeyerek, onun peygamber oluşu ve Allah tarafından seçilişine başka gerekçeler bulmaya çalışmışlardır. Onlar bu görev için bazı ön belirtiler ve müjdeler bulunması gerektiği kanısına varmışlardır. Peygamber'in beşeri tabiatı dışına taşırılması ve ona diğer peygamberlerin taşıdığı niteliklerden ayrıcalıklı bir görünüm verilmesi, tanrısal bir çerçeveye oturtulması Kur'an'la bağdaşamaz. Mesele onun tüm varlıkların en büyük babası olarak görülmesi, Hz. Adem'in belinden, daha ona ruh üfürülmeden çıkarılmış olması, tüm insanlığın yaratılmasındaki amacın o olduğu iddiası, arş, levh, kalem, kürsi, gökler, yerler, insanlar, cinler, ay, güneş, melekler, cennet ve cehennem gibi bütün kainatın onun nurundan yaratıldığının ileri sürülmesi, atalarından biri olan İlyas'ın hacda belindeki torununun telbiyelerini duyduğu, yaratılışından sonra daha ruhlar alemindeyken bile Peygamber olacağını bildiği, bunun alametlerini dağda, taşta, ağaçta hep gördüğü, annesinin onu doğurduğu sırada peygamberliğinin müjdelerini ve bunun belirtilerini gördüğü gibi iddialar bunlar arasında sayılabilir. Bu bilgilere, iddialara Kastalani şerhleri ve muhtasarlarında daha başka siret ve delail kitaplarında rastlamak mümkündür. Onlar bu bilgileri verirken, Kur'an'ın aşağıda verilen ayetlerinde belirtilen, insanlar içinden meydana gelen Rabbani seçimin hikmetlerini unutmuş gibidirler."4
"... Allah, kime peygamberlik vereceğini daha iyi bilir..."5 "Gariptir, Araplardan bazılarını Peygamber'in peygamberliğini inkara sürükleyen ve ona karşı donuk bir tavra iten de; Peygamber'in sıfatları inancındaki bu gibi aşırılıklar olmuştur. Onlar Peygamber'i harikulade işlere gücü yeten, gaybı bilen, tabiata söz geçirebilen, ölümsüz olan, göklere yükselen, melekleri indirebilen vb. insanüstü niteliklere sahip bir varlık olarak algılamışlardır. Bunun için, Kur'an'ın Peygamber'i, kendileri gibi beşeri özelliklere sahip bir insan olarak kabul ettiğini, harikulade işleri becermesini talep ettiklerinde Peygamber'in beşeri bir elçi olduğunu hatırlatarak bunların reddedilişini gördüklerinde hayrete düşüp inkara kalkışmışlardır. Kur'an onların bu durumlarını zaman zaman ele alıp birçok ayette eleştirmiştir. Aşağıdaki ayetlerde bu konu irdelenmektedir."6
  "Dediler ki: Yerden bize bir kaynak fışkırtmadıkça sana inanmayız! Yahut senin hurma ve üzümden bir bahçen olmalı, aralarından ırmaklar fışkırtmalısın! Ya da zannettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar düşürmelisin, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin yahut altından bir evin olmalı, ya da göğe yükselmelisin. Bununla beraber sen bizim üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin göğe çıkmana da inanacak değiliz." De ki: "Rabbimizi tenzih ederim! Ben sadece elçi olarak gönderilen bir insan değil miyim?" Zaten kendilerine hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan şey hep: "Allah, bir insanı mı elçi olarak gönderdi?" demeleridir." (İsra, 90-94)
Hey yüce rabbim sen ne güzel söylüyorsun amma bu yetmiyor… Bazı algıları bu ayetler doyurmuyor. Onlara mucize lazım.!
  "Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkekler gönderdik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun. Biz onları yemek yemeyen cesetler yapmadık ve onlar ölümsüz de değillerdi." (Enbiya, 7-8)
  "Dediler: 'Bu peygambere ne oluyor ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut kendisine gökten bir hazine atılmalı, ya da kendisinin bir bahçesi olmalı da ondan yemeli değil mi?' Ve zalimler: 'Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler." (Furkan, 7-8)
Bu ayetlerden şu ilkeleri çıkarabiliriz:
a) Peygamber'in diğer insanlar gibi bir beşer olduğu, ondan olağanüstü özelliklerin beklenmemesi gerektiği.
b) Peygamberlik kendisine gelmeden önce kendisinin peygamber olacağını bilmediğini "De ki: 'Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Bundan önce aranızda uzun süre yaşamıştım, düşünmüyor musunuz?'" (Yunus, 16) ayetinden öğreniyoruz.
c) Peygamberlik vakası yeni bir durum değildir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Kişiliğinde ve rasullüğünde vahiy alışında diğer peygamberlerden farkı yoktur. Aşağıdaki ayetler bunun delilidir:
  "Muhammed, ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçeleriniz üzerinde geriye mi döneceksiniz?" (Al-i İmran, 144)
  "Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik..." (Nisa, 163)
  "Senden önce şehirler halkından yalnız kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başka elçi göndermedik." (Yusuf, 109)
  "Andolsun biz senden önce de elçiler gönderdik, onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir tek ayet getiremez..." (Ra'd, 38)
  "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de yemek yerler, çarşıda gezerlerdi..." (Furkan, 20)
  "De ki: 'Ben peygamberlerden bir türedi değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim." (Ahkaf, 9)
Bu ayetler onun diğer insanlardan vahiy almanın dışında olağanüstü özelliklere sahip olmadığına işaret etmektedir. Onun melek olmadığına, diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğuna işaret etmektedir.
O aynı zamanda gaybı bilemediğini, diğer insanlar gibi beşeri duygulara sahip olduğunu, ölümsüz olmadığını, şeytandan her zaman Allah'a sığındığını bildiren ayetlerle de bizleri uyarmaktadır:
"De ki: 'Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Ben size melek olduğumu da söylemiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.'" (En'am, 50)
"De ki: 'Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim. Ve bana kötülük dokunmazdı. Ben ancak inanan bir topluluk için bir uyarıcı, bir müjdeleyiciyim." (Araf, 188)
"Senden önce hiçbir insana ölümsüzlük vermedik, şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar?" (Enbiya, 34)
"Ve de ki: 'Rabbim şeytanın dürtüklemelerinden sana sığınırım. Ve onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım." (Müminun, 97-98)
"Ey Peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu arayarak Allah'ın sana helal kıldığı şeyi sen niçin kendine haram ediyorsun?" (Tahrim, 1)
"O seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?" (Duha, 6-8)
"Biz senin göğsünü açmadık mı? Ve yükü üzerinden indirmedik mi? Ki, o belini bükmüştü." (İnşirah, 1-3)
Bu ayetler peygamber anlayışımızın nasıl olması gerektiğini bizlere bildirmektedir. Bu anlamda birinci kaynağımız Kur'an ve sahih sünnettir. Fakat bugün, biz, Peygamber'i anlatma endişesiyle yazılmış, gelenekten gelen, Kur'an'a aykırı zayıf ve uydurma rivayetleri doğruymuş gibi kabul eden bir kültürün eserleriyle karşı karşıyayız. Muharref bir gelenekle Kur'an ve Sünnet ışığında yüzleşmek durumundayız.
Peygamber sevgisi ve aşkıyla yazılmış edebiyat ve sanat ürünlerinde de bu uydurma ve zayıf rivayetlerin hâlâ yaşatıldığını görmekteyiz. İslami edebiyat dediğimiz klasik veya modern na'tlarda, mesnevilerde hep aynı zayıf ve uydurma rivayetler hiçbir eleştiriye tabi tutulmadan geçmişten gelen her şeyi doğru kabul ederek İslami neşriyat adıyla günümüz insanlarına sunulmaktadır. Bu yanlış nübüvvet anlayışı sonucunda "Kutlu Doğum haftaları"nda İslami duyarlılığı olan insanlara hurafelerle donatılmış bir peygamber modeli anlatılmaktadır. Elbette bunun bir sebebi vardır. İslam kültüründe var olan peygamber anlayışındaki en önemli etken tasavvuftur. Tasavvufun nebi ve rasul telakkisi uydurma ve zayıf rivayetlerle örülüdür. Kur'an ve sahih hadislere dayanmamaktadır. O halde toplum kültüründe tarihten günümüze kadar gelen yanlış nübüvvet anlayışının sorgulanması ve tashih edilmesi gerektiği gün gibi aşikardır.
 
 
Tasavvufun Peygamber Anlayışı: Nur-u Muhammedi ve Hakikat-ı Muhammedi Kavramları
Hakikat-ı Muhammedi veya Nur-u Muhammedi demek Allah'ın ilk defa ve ilk varlık olarak Hz. Muhammed'i kendi nurundan yaratması demektir. Halk kitlelerinin ve tasavvuf kültürünün vahdet-i vücut düşüncesinin de etkisiyle bu görüşü benimsediğini görmekteyiz. İlk yaratılan varlık Hz. Muhammed'dir. Hz. Adem değildir. Hatta dünya bile onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Hatta her şey ondan yaratılmıştır.7 Diğer varlıklar derece derece Peygamber'in varlığının bir parçasından oluşmuştur. Bu düşünceleri değişik ifadelerle Zünun el-Mısri, Abdullah b. Selh et-Tüsteri, Hallac ve Muhiddin Arabi'de görebiliriz. Aynı düşüncelere Abdülkerim el-Cili ve Mevlana Celaleddin-i Rumi'de de rastlamaktayız.
İlk yaratılan varlık hakkında tasavvufçular kendi aralarında da birlik değildir. Kimisi ilk yaratılanın Peygamber'in nuru, kimisi aklı, kimisi de onun ruhu olduğunu ifade etmişlerdir.
"Bunun üzerine peygamberlerin ruhu Hazreti Muhammed'in risaletini tasdik ederler. Esma-i hüsnanın tespihine devam eden Muhammed'in ruhu ise  "kahhar" isminde Allah'ın celal ve heybetinden terlemeye başlar. Başının terinden meleklerin ruhu, yüzünün terinden arş, kürsi, levh, kalem, güneş, ay ve yıldızların taşıyıcıları, göğsünün terinden alim, şehid ve salihlerin ruhları, kaşlarının terinden kadın-erkek bütün müminler, sırtının terinden beytü'l-mamur, Kabe, Beytü'l-Makdis, Ravza-i Mutahhara ve yeryüzündeki bütün mescitlerin yerleri, ayaklarının terinden doğudan batıya kadar bütün yerler ve içindekiler, kuyruk sokumundaki terinden başta, Yahudi, Hıristiyan, Müşrik ve Mecusiler olmak üzere bütün kafirler yaratılır."8
Bu konuyla alakalı Kur'an-ı Kerim'de ve sahih hadislerde hiçbir açıklama yoktur. Yaratılan ilk varlığın ne olduğu ancak naslarla bilinebilir. Gaybi bir konudur. Biz Müslümanlar olarak alemlerin ve bütün nimetlerin hepsinin insanlar için yaratıldığına inanıyoruz. Hz. Muhammed'in de insanlara doğru yolu gösteren diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğunu ve bir beşer olduğunu biliyoruz.
Konuyla İlgili Hadis Diye İleri Sürülen Rivayetlerin Değerlendirilmesi
1. "Sen olmasaydın bu kainatı yaratmazdım." Bu söz hadis kitaplarında  yoktur, uydurmadır. Ama tasavvuf kitaplarında, halka din öğreten kitaplarda, edebiyat ve sanat eserlerinde, şiirlerde bu zamana kadar hep hadis diye hatta kutsi hadis diye anlatılmıştır. Allahu Teala kainatı insanlar için yaratmıştır. Ne yazık ki bu sözün hadis ilminde bir değerinin olmadığı bilinmesine rağmen bazı insanlar, kitapları ve kişileri kutsallaştırarak bile bile bu sözlere hadis demeyi gelenek haline getirmiştir. İşte ilmi değeri olmayan bir örnek: Abdulkadir Badıllı, Risale-i Nur'un Kutsi Kaynakları adlı eserinde yukarıdaki sözün hadis usulüne göre yüz kere zayıf gösterilse de ümmetin kabulünü kazandığı için doğru kabul edilmesi gerektiğini söyler. (s. 226)  Hangi tarafını düzeltelim. Kutsi kaynak ne demek? Hadis usulünün değil de kendi zannını hesaba katmak gibi bir yanılgı. Aşkın gözü kördür, demişler. Galiba ondan olsa gerek. Ama din akıllı olmamızı istiyor ve akıl sahiplerine hitap ediyor.
"... Bu anlayış... aynı zamanda Kur'an-ı Kerim ayeti gibi kültürde de yer etmiş ve etkinliğini günümüze kadar devam ettirmiştir. Nitekim cami imamları üzerine yapılan bir araştırmada 'Ey Muhammed sen olmasaydın alemleri yaratmazdım' şeklindeki mevzu hadise %27,2 kişinin ayet, %40,4'ün sahih hadis, %21,1 kişinin de uydurma hadis dediği, 'Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim.' şeklindeki mevzu hadise ise %1,4 kişinin ayet, %59,6 kişinin sahih hadis, %12,7 kişinin de uydurma hadis dediği tespit edilmiştir.9
Bu konuda diğer uydurma olan hadislere gelince:
2. "Adem su ile çamur arasında iken ben nebi idim."
3. "Ben Allah'ın nurundan yaratıldım, müminler de benim nurumdan."
4. "Allah benim nurumu göklerin yaratılmasından iki bin sene önce yarattı."
5. "Ben ve Ali nurdan yaratıldık."
Yukarıya aldığımız bu sözler geçmişte yazılmış ve bugünden yazılan tasavvuf kitaplarında kesin bir nas gibi doğru kabul edilmektedir. Halbuki bu sözler hadisçilerce de tenkit edilmiş, uydurma olduğuna karar verilmiştir. Merak edenler Muhittin Uysal'ın Tasavvuf Kültüründe Hadis Tasavvuf Kültüründe Tartışmalı Rivayetler isimli eserine bakabilirler. Burada bu rivayetler hakkında gerekli tartışmalar yapılmış ve bu sözlerin hadis olmadığı ortaya konmuştur.
"Özellikle hadis alimleri ve Hanbeliler, Hz. Peygamber'in bu şekilde anlaşılmasının onu ilahlaştırmak anlamına geleceğini söyleyerek bu inancı küfür ve şirk saymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini iddia etmişlerdir. Hakikat-ı Muhammediye fikrinin Yeni Eflatunculuk'tan ki logos veya İskenderiyeli Aziz Clemens (ö. 215)'in peygamberlik konusundaki görüşleriyle ilgili olduğu, bunun önce Şii muhitine, oradan da tasavvufa geçtiği ileri sürülmüştür."10
Hz. Peygamber'i idealize ederek onu beşer üstü varlık seviyesine çıkarmada bu uydurma sözlerin oldukça etkili olduğu görülmektedir. Ayrıca bu inanç evliya ve keramet kavramlarının bir kült haline gelerek şairlere ve menkıbecilere bir alt yapı oluşturduğunu da görmemiz gerekir. Olayın Peygamber sevgisi altında işlenerek dini bir havaya bürünmesine zemin hazırladığı da ortadadır.
Sonuç
Hakikat-ı Muhammedi ve Nur-u Muhammedi inancı Hıristiyanların Hz. İsa inancından etkilenerek ortaya çıkmıştır.
Hıristiyanlara göre Hz. İsa Allah'ın oğludur ve Allah ile insanlar arasında aracıdır. Ancak bir insan şeklinde ortaya çıkmıştır. İsa olmasaydı Allah ile varlıklar arasındaki bağ kopar ve dünya yok olurdu. Tasavvufçular da dünyanın yaratılmasını Hz. Muhammed'e bağlamışlardır.
Hakikat-ı Muhammediye teorisi hurafe ve saçmalıktan başka bir şey değildir. Yunan felsefesinden, Hıristiyanlığa oradan Şia'ya, oradan da Sünni tasavvufa ve Müslümanların kültürüne geçmiştir.
Ayetlerde insanın nasıl yaratıldığının izahı vardır:
"Andolsun biz insanı çamurdan, bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta bir nutfe haline getirdik." (Müminun, 12)
Peygamber'i tanrılaştıran ve onun Allah'ın zatından yaratıldığını iddia edenlerin dinden kaynakları yoktur. Bu anlamda Hz. Muhammed'i insan konumunun dışına çıkararak onu yarı ilah gibi gösteren rivayet ve sözlerin hepsi uydurmadır.
Netice olarak Allah'ın, kendi nurundan Peygamberimizin nurunu, sonra da o nurdan peyder pey diğer varlıkları yarattığı şeklindeki anlayışın yerleşmesinde mevzu hadislerin rolü olduğu anlaşılmaktadır.
Bu anlayışın Helenistik felsefedeki sudur nazariyesinden etkilendiği "Varlıkların ilk varlıktan feyz yoluyla sudur" ettikleri görüşü ile örtüşmektedir. Felsefenin İslam dünyasına girmesinden itibaren akl-ı evvel, akl-ı külli gibi kavramlar felsefi tasavvufun gelişmesini izlemiş, mevzu haberlerin de etkisiyle Nur-u Muhammedi, Hakikat-ı Muhammedi gibi kavramları oluşturmuştur. Putperest İran dinlerinin ve Gnostik-Maniheist fikirlerin İbn Arabi ve Hallac yoluyla tasavvufa girdiği araştırmacılarca ifade edilmektedir.
Bu yanlış anlayış sadece tasavvufa girmekle kalmamış. Yazar ve şairlerin Peygamber sevgisinin oluşmasında da zemin hazırlamıştır. Maalesef bu durum övgüyle dile getirilmektedir. Örnek: Dr. Selçuk Eraydın, "Hakikat-ı Muhammediye ve İlgili Beyitler", Diyanet Dergisi, Peygamberimiz Özel Sayısı, Cilt 25, Sayı 4, s. 131-143, 1989.
"Anne ve babasını, amca Ebu Talib'i dirilttiği, sünnetli olarak doğduğu, büyük küçük abdestinin mis gibi koktuğu ve hemen kaybolduğu gibi arkadan da gördüğü, kumda iz bırakmadığı halde ayağının taşta iz bıraktığı, üzerine sinek gibi haşerat konmadığı, gideceği yere nurunun kendisinden önce gittiği, boyunun herkesten uzun olduğu, üzerinden beyaz bir bulutun eksik olmadığı, gözleri uyusa da kalbi uyumadığından abdestinin bozulmadığı, tükürüğünü ashabın teberrük için avuçlarına alıp yüzlerine sürdükleri, şifa amacıyla idrarını içtikleri, kalbini Cebrail'in temizlemesi, bir fındık gibi adının yazılı olduğu nübüvvet mührünün sırtında bulunması, yün giydiği, üzüm ve karpuzu özellikle sevdiği haberleri yalan ve iftiradır."11
Peygamberimize bağlılığı, sevgiyi ve onu örnek almamızı tavsiye eden çok sayıda ayet ve sahih hadisleri görmek ve bilgilenmemizin ona göre olmasını sağlamak gerektiğine inanıyoruz.
 
Dipnotlar:
1- Araf 7/61-62.
2- Maide 5/92.
3- Kehf 18/110, Fussilet 41/6.
4- İzzet Derveze; Kur'ran'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, Ekin Yayınları 1998, s. 30-31.
5- Enam, 124.
6- İzzet Derveze a.g.e
7- Mehmet Demirci, Hakikat-ı Muhammediye, DİA, XV, 179.
8- Hatice Kelpetin Arpaguş'un Kara Davud, Muhammediye ve Envarü'l-Aşikin'den yaptığı alıntılar. Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kaynakları, Çamlıca Yayınları, İstanbul 2001, s. 155.
9- Mehmet Bilen, "Cami İmamlarının Hadis Bilgilerinin Mahiyeti Üzerine Tecrübi Bir Araştırma", İslamiyat, IV (2001), Sayı 1, s. 85.
10- Mehmet Demirci, Hakikat-ı Muhammediye, DİA, XV, 180.
 
Günümüzde Peygamber tasavvuru
 
Allah’ın insanlara göndermiş olduğu tüm Resuller davete başladıkları kavimlerde hep aynı sorunla karşılaştılar o da “melek peygamber” beklentileri. Kimisi onları çok aşırı övgü göstererek ilahlaştırdı, kimileri de onları sadece bir vahiy postacısı konumuna indirgediler. Hâlbuki peygamber, izinden gidilen, örnek alınabilen bir insan olması gerekiyordu. Bu kul peygamber, yemek yiyen, evlenen, çocuk sahibi olan, arkadaşları ve dostları olan, torunlarını kucağına alıp okşayan, savaş meydanlarında komutanlık yapan, devlet başkanlığı yapan yani hayatın her alanında birebir yaşayan- hayatın aktif öznesi olan bir insandır.
 
Yüce Rabbimiz aşkın bir varlıktır. İnsan ise içkin bir varlıktır. İçkin bir varlığın hiç görmediği hiç hissedemediği bir aşkın varlığı örnek alması tahayyül bile edilemez. Bu yüzden Rabbimiz, bizim içimizden et ve kemikten oluşmuş insan olan bizim gibi yaşayan, arkasında izi olan, getirdiği mesajı yaşayıp pratize ederek, örnek olabilecek resuller göndermiştir. Ama aşırı yüceltmeci mantıktaki insanlar resullerin şahsını yücelterek melekleştirerek hayatlarını efsane konusu yaparak resullerin misyonlarına en büyük darbeyi vurdular. “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben Allah’ın kuluyum. Benim için Allah’ın kulu ve resulü deyin” Resullah, daha önceki selefi olan resullerin başına gelenleri bildiği için davetine başlar başlamaz kendinin insan peygamber olduğunu sürekli vurgulayarak akıllara nakşetti; De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay haline!"(Fussilet-6)
 
De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim."(İsra–93)
 
De ki: "Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine), yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik."(İsra–95)
 
Resul nedir sorusuna, cevabımızı Kur’an’dan değil de toplumun anlayışından veya bu anlayışların beslendiği kitaplardan, kaynaklardan verecek olursak karşımıza; gaybı bilen, her şeye gücü yeten, doğuşundan ölümüne kadar tüm hayatı olağanüstülüklerle geçen, istediğinde, istediği mucizeyi gösteren, dilediği gibi hükmeden, vs. özelliklere sahip bir şahsiyet çıkar. Bu şahsiyete insan demek, onu da kendimiz gibi kabul etmek, aynı zamanda, aynı coğrafyada yaşasaydık onunla arkadaşlık etmek, dost olmak mümkün olmazdı. Yanına yaklaşılmayacak hatta yüzüne bile bakılamayacak kadar yüce bir yaratık olurdu.
 
Onun her şeyi bizim için çok değerliydi. Sakalının bir tek kılına bakabilmek, yüz sürebilmek, onu öpebilmek için nelere katlanmıyorduk. Onun giyindiği gibi giyinmek, dişlerini nasıl fırçalıyorsa öyle fırçalamak, sadece onun yediği yemekleri yemek... Belki bunlar Resulullah’a olan sevginin bir işareti sayılabilirdi. Ancak bu sevgi ve taklidi; sadece şekilde kalarak, Resulullah’ın insana bakışına, eşyaya bakışına, Kur’an anlayışına yansımıyordu. Kur’an’dan soyutlanmış bu sevgi, bir noktadan sonra tapınmanın bir yansıması gibi görünüyordu.
 
Aşırı yüceltmeci tasavvur ve tavrın asıl hedefi, Resul’lerin getirdiği vahyi ve misyonu efsaneleştirip sadece hatıra ve anı gibi yaşamaktır. Hz. Peygamber’den bahsederken; onun mesajı, getirdiği ahlaki ilkeleri, ibadetlerinin ruhu göz ardı ediliyor, kullandığı eşyalar, uğradığı yerler, giydiği elbiseler, mesajından ve misyonundan daha önemliymiş gibi gösteriliyor. Hz.İsa’nın peygamberliğinin Pavlus ve Kilise eliyle nasıl “Tanrı’nın oğlu - Tanrı” makamına çevrildiyse, Resulullah’ta efsaneci yüceltmeci akımlarca “âlemlerin onun hürmetine yaratıldığı” melek gibi olan hatta kimi zaman ilah vasıflarında bir peygamber makamına oturtuldu. Hz.Peygamber sonrası dönemde Hz. Peygamber’in ölmediği, göğe çıktığı, tekrar canlandığı, aramızda dolaştığı, hatta onun -Allah olduğu gibi görüşleri savunan bir takım akımların ortaya çıktığını biliyoruz.
 
Bu tasavvurun en büyük sakıncası, Hz. Peygamber’i hayattan yüceltmek suretiyle dışlamak ve örnek alınamaz hale getirmek. Çağımızda bu tür yaklaşımları, tasavvurları, söylemleri görüyoruz ve işitiyoruz. Yine günümüzde grupların, hiziplerin, cemaatlerin, tarikatların kendi meşreplerine yaşantısına uygun bir resul tasavvur ettiklerini ve yeni bir resul ürettiklerini görüyoruz. Kimi cemaatin meşrebi, savaşçı bir yapıda ise o zaman Resulullah’ın sadece savaş esnasındaki mücadelesini (kıtalı) göz önüne alarak Resulullah’ın diğer öğretilerini gündemlerine almazlar. Kimi cemaatler de Resulullah’ın sadece ahlaki sözlerini ve yaşantısını göz önüne alarak Resulullah’ın cihad öğretisini almazlar. Kimi cemaatler Resulullah’ın sadece kılık kıyafetiyle, oturması ve kalkmasıyla, yemek yeme ve yatma şeklini aynen taklit ederler ve Resulullahın getirdiği asıl mesaj buymuş gibi hareket ederler. Günümüzde Resulullah’a atomcu/parçacı bir yaklaşımla yaklaşanların sayısı epeyce fazla.
 
Kuran, Resullah’ın insanlar için üsvetül hasene olduğunu, tüm yaşantısıyla bunu teorikten pratiğe aktardığını, çağımıza ve hatta bütün çağlara taşımak istiyor.Ama efsaneci yüceltmeci veya alçaltıcı tavırlar ise onu o çağa hapsetmek ve onu oraya kilitlemek istiyor.Kur’an’a baktığımızda ise çok farklı bir resul portresi çıkıyor.Şimdi Kur’an’da genel hatlarıyla Rasulullah’ı tanıyalım:
 
I-Risalet Öncesi ve Risalet Dönemi İnsan Olarak Muhammed: «Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçelerinin üzerinde gerisin geriye dönerse Allah’a hiç bir ziyan veremez.» (3/Al-i İmran, 144) Allah, resulüne hitaben buyuruyor ki: «Sen kitabın kalbine bırakılacağını ummazdın. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak (indirilmiştir).» (Kasas, 86) «Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.» (Şûrâ, 52) Kendisine gelecek vahiyden habersizdi ve en azından doğru olanın arayışı içindeydi. Bazılarının söylediği gibi o kendisine vahiy gelmeden önce peygamber değildi. Ve insan olarak sorumluydu. Vahiy geldikten sonra da Peygamber’in sorumluluğu ortadan kalkmadı.«Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız ve elbette gönderilen elçilere de soracağız. Ve elbette onlara aralarında olup bitenleri kesin doğru olan bilgi ile anlatacağız.» (A’raf, 6–7) Onun bizden farklılığı vahyin kontrolünde olması, hatalarının vahiyle düzeltilebilmesi imkânıdır. Birçok ayette Rasul’ün kimseye zarar ve fayda verme gücüne sahip olmadığını (72/21), ancak bir insan olduğunu (18/110) öğreniyoruz. «Senden önce gönderdiğimiz bütün elçiler de yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi.» (Furkan, 20). Resullerin insanlardan seçilmiş olması sürekli tartışma konusu olagelmiş, bir türlü kabullenilememiştir. Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları doğru yola gelmekten alıkoyan şeyin hep Allah bir insanı mı elçi gönderdi? demeleri olduğu anlatılır (17/9).
 
II. Rasulullah’ın Bilgi Kaynağı: Kur’an’ı incelediğimizde Rasul’ün (risaletle ilgili) bilgi (ilim) kaynağının vahiy olduğunu görürüz. Bu vahiy de elimizde mevcut olan Kur’an’dır. «Sen bundan önce bir kitap okumuyordun, elinle onu yazmıyordun. Öyle olsaydı o zaman iptalciler kuşkulanırlardı.» (Ankebut,48) Fakat bu Resul’ün, normal insanların bilgilenme kaynaklarına bigane olduğu, onlardan mahrum kaldığı anlamına gelmez. Hatta Kur’an bizatihi Resulullah’ı bu bilgi kaynaklarına yöneltir: «Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuda isen, senden önce kitap okuyanlara sor...» (Yunus,94) Kur’an’da anlatılan kıssalar Resule okunmadan önce gayb haberleriydi. Bu haberleri resul bilmiyordu (12/102, 20/99). Kendisine vahiy geldikten sonra vahyi acele hıfz etmek ve insanlara aktarmak istiyordu. Ama Allah, Resulünü uyarıp ilminin artması için Rabbine duaya çağırıyordu (20/114). Necm Suresi’nin ilk ayetleriyle ilgili olarak «hevasından konuşmaz» ayeti Rasul’ün bütün yaşamına ve söylediklerine hamledilerek tamamen iradesiz bir resul tipi karşımıza çıkarılmak isteniyor. Hâlbuki ayetler bir bütün olarak ve Kur’an bütünlüğünde değerlendirilirse ayetteki hevadan olmayan konuşmanın Kur’an olduğunu anlayabiliriz (53/1–6).
 
III. Resulullah’ın Görevi: Rasulün öncelikli görevi vahyi özümsemek (20/114) ve özümsediği vahyi insanlara ulaştırmaktır. O gerçekle müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir (2/119, 26/194). Onun görevi hakkın şahitliğini yapmak ve insanlara örnek olmaktır. Bu, geçmiş peygamberler için de cari olan bir görevdir. Bütün resullerin görevi şu ayetle vurgulanmıştır: «Muhakkak biz her topluma Allah’a kulluk edin. tağutlardan kaçının diye bir resul göndermişizdir.» (16/Nahl,36)
 
IV. Resulullah’a Allah’ın Yardımı: Allah-u Teala: «Bir toplum kendi nefislerindekini değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirecek değildir.» (13/11) buyurmaktadır. Allah’ın yardımı müminlerin hepsi için söz konusudur. «O, imanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine huzur indirdi. Göklerin ve yerin askerleri onundur. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.» (48/Fetih, 4) Müslümanlar çabalarsa Allah yolunda cihad ederse Allah desteğini vaat eder. Düşmanlar Resul (s)’e tuzak hazırlarken Allah da onlara tuzak kuruyordu (8/30). Elçiyi incitenler ona hiç bir zarar veremez (47/32). Resule en büyük yardım, vahyin tebliği sırasındaki yaşanan güçlükler ve tereddütler karşısında söz konusu olmuştur: «Onlar neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, and olsun, sen onlara az bir şey eğilim gösterecektin.» (17/isra, 73–74)
 
IV. Resulullah’ın örnekliği ve itaat: Rasulullah bir teorisyen, bir felsefeci veya yapmadıklarını söyleyen biri değildi. O, her şeyden önce insanlara taşıdığı mesajın kendisini de bağladığının farkındaydı ve bu hususta azami derecede gayret sarf ediyordu. Söylediklerinin şahitliğini yapıyor ve insanlara mesajını yaşayarak örneklik ediyordu. O Hz.Aişe (r.a) annemizin de ifade ettiği gibi yaşayan Kuran’dı. Kuran’ı yaşantısıyla örnek olabilmesi için pratize ediyordu «Andolsun Allah’ın elçisinde sizin için, Allah’a ve ahiret gününe inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır.» (Ahzab, 21) Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus Resulullah’ın taklit edilmesiyle, örnek alınmasının farklı şeyler olduğudur. Ona tabi olmakla taklit etmek farklı şeylerdir.. Taklitte irade yoktur. Tabi oluşta iradi bir tavır vardır. Allah müminlerden, Resulullah’ı örnek almalarını isterken, onun örnekliğini garanti altına almıştır.
 
V. Resulullah’ın Hüküm Koyması: Hüküm koyma/verme derken, Resulullah’ın kendisine gelen vahiy dışında; haram etme veya helal sayma yetkisinin olup olmadığını kastediyoruz. Eğer Resulullah’ın koyduğu hüküm kendisine gelen vahyin gereği ise zaten buna kimsenin itirazı olamaz: «Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse onlar kâfirlerin / zalimlerin / fasıkların ta kendileridir.» (Maide, 44–45–47. ayetler) Yok eğer Kur’an’ın belirlediği bir hususta Resulullah ayrı bir hüküm verebilir veya başka bir ifadeyle, Kur’an’ın haram etmediği bir şeyi Rasulullah haram edebilir veya tam aksi, deniyorsa işte burada Kur’an’a aykırılık ve onun hükümlerini bizzat yaşayan Rasulullah’a da iftira var demektir. Hüküm hususunda Resulullah, kendisinden önceki resullerde olduğu gibi, vahye tabidir: «Gerçek Tevrat’ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır, İslam olmuş nebiler, onunla Yahudilere hüküm veriyorlar.» (Maide, 44) Bu ayet geçmiş peygamberlerin hüküm verirken izledikleri yolu göstermektedir. Aynı yol Resulullah için de geçerlidir: «Biz sana kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin; hainlerin savunucusu olma!» (Nisa, 105) Bu uyarıdan sonra artık Resulullah’ın hüküm verirken neye tabi olacağı gayet açıktır. O yalnızca bir peygamber değildi. Aynı zamanda bir aile reisi, bir devlet başkanıydı da. Ebetteki günlük hayatta birçok meseleyle karşılaşıyor ve hatta kendisine gelinip gelişmeler, olaylar hakkında hüküm vermesi isteniyordu. O da Allah’ın kitabıyla hükmediyordu. Yegâne hüküm koyucu, helal ve haramı belirleyici olan yalnızca Allah’tır. O hükmüne kimseyi ortak etmez (18/26). İstediği hükmü verir (5/1) ve hüküm vermek yalnız Allah’a aittir (6/57; 12/40, 67). Kuran’da geçen hüküm verme ile ilgili ayetlerdeki Allah ve Resulü ifadeleri, yukarıda izah etmeye çalıştığımız, Resulullah’ın Allah’ın hükmüyle hükmetmesi olgusuna işaret etmektedir: «Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış kadın ve erkeğin o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulü’ne karşı gelirse, apaçık bir dalalete düşmüş olur.» (Ahzab, 36)
 
VI. Resulullah’ın Vahiyle Uyarılması ve İkaz Edilmesi: Resul bir beşer olarak bazen hata ediyor ve bazen de muhtemel bir olumsuzluğa düşmemesi için vahiyle uyarılıyordu. Bu uyarı, olaya göre bazen yumuşak, bazen sert üslupla oluyordu. Mesela Abese Suresinin ilk ayetlerinde anlatılan olay bu konunun somut bir örneğidir: «Surat astı ve döndü. Kör geldi diye. Ne bilirsin, belki o arınacak. Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacak. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince; sen ona yönetiyorsun. Onun arınmasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, korkarak gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun.» (Abese, 1–10) Yine Resulullah’ın Tahrim Suresi’nde (66/1), hanımlarının hoşnutsuzluğunu istemeyerek helal olan şeyi kendine haram kılması veya Tevbe Suresi’nde (9/43, 86) savaşa gitmek isteyenlere izin vermesi gibi hatalı tavırlarından dolayı ikaz edildiğini görüyoruz. Sabah akşam Rablerine dua edenleri yanından uzaklaştırmaması (6/92), kendisine gelen ilimden sonra inkâr edenlerin havalarına uymaması (13/37), sevdiğini hidayete eriştiremeyeceği (28/56), konuşmalarını dinlediği ve cüsseli yapılarını beğendiği kişilerin Allah düşmanı olduğu ve onlardan kaçınıp sakınması (63/4) gibi konularda da Resulullah’ın uyarıldığını bizzat Kur’an-ı Kerim’de görebiliyoruz.
 
VII. Resulullah’a Özgü Durumlar: Allah elçisinin vahiyle ilk elden muhatap olması; dolayısıyla elbette bizden farklı olarak bir takım özellikleri taşıması anlamına da gelir. Resulullah bir beşerdir (18/110; 41/6; 12/109). Risaletle ilgili misyonunun haricinde beşeri kurallara tabidir. Bununla birlikte o, bazı hallerde kişiye özel kurallara tabi tutulmuştur, işte Resulullah’a özgü durumlardan bazıları: a) Resulün hanımları müminlerin anneleri olarak belirtilmiş ve onlarla evlenilmesi haram kılınmıştır (33/6,53) b) Peygamberin evine herhangi birisinin evine girer gibi girilmemesi, ancak çağrıldığı vakit izin isteyerek girilmesi gerektiği vurgulanmıştır (33/53; 26/62:49/1–7) c) Yine Rasulullahtan gecenin bir kısmında Rabbinden övülmüş bir makama ulaştırılması için nafile olarak salât etmesi isteniyor (17/79; 52/49) d) Evlenme konusunda da Resulullah bir takım ayrıcalıklara sahipti. «…kendisini peygambere hibe eden ve peygamberinde almak istediği mümine kadını, diğer müminler hariç yalnız sana helal kıldık.» (Ahzab, 50). Bunu takip eden 52. ayet ise evlilik hususunda bir başka sınırlama getirmektedir. e) Müminlerin Resule salât etmeleri istenmiştir (33/56). Burada salât etmek değil, bizce Resul’e karşı saygılı olmak, ona işlerinde destek olmak anlamındadır.
 
Resul kendisine risalet görevi verilmeden önce vahiyle muhatap değildir. Mekke halkından bir ferttir. Peygamber’in görevi mesajı en iyi biçimde insanlara ulaştırmak ve onu yaşamada insanlara öncülük etmek ve hakkın şahitliğinde bulunmaktır. Resul bir insandır. Beşer olarak taşıdığı zaaflara karşı uyarılmıştır. Bununla birlikte Kur’an’ı en iyi anlayan Resul (s)’dür. Yine en iyi uygulayan, pratize eden odur. Müminler için en güzel örnektir.Rasul bizim tek önderimiz,tek hayat rehberimizdir
Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde okumaya, bilgiye, akla, düşünceye, araştırmaya son derece önem verildiği malumdur. Hz. Peygamber hayatında ve faaliyetlerinde batıl inanışlara ve hurafelere göre değil, bilakis daima inanç, azim, sebat, sabır, çalışma, sebeplere bağlanma ve danışarak hareket etme gibi esaslara riayet etmiş, faaliyetlerini somut adımlar atarak gerçekleştirmiştir.
 
 
 
 
 
 
 
Hurafeler, mantıksal temeli ve gerçek hayatla ilgisi bulunmayan yanlış inanç ve uygulamalardır. Din dışı alanlarda görülmekle birlikte dinî konularda daha yaygındırlar. Irk ve din ayrımı gözetmeksizin çeşitli toplumlar arasında mevcutturlar. Din bazında ele alınacak olursa, tarihte ve günümüzde Yahudiler ve Hıristiyanlarda olduğu gibi Müslümanlar arasında da görülmektedir. Önceki dinlere ait kültürlerden bazı unsurların Müslümanlar arasına taşınması ve bilgisizlik gibi nedenler, uluhiyet, gayb, uğur-uğursuzluk ve ölülerden yardım beklemek gibi belli başlı hurafelerin ortaya çıkmasına ve uygulanmasına yol açmıştır.
Batıl inanışlar ve hurafeler, çağımızın olumsuz anlamda gelişme gösteren değerlerinden biridir. Pozitif bilimlerin başdöndürücü bir şekilde ilerleme kaydettiği, sosyal bilimlerin geliştiği, bilimsel araştırmaların hayatın her alanına nüfuz ettiği günümüzde hurafelere ilginin azalması gerektiği düşünülür. Ancak sayısız hurafe ve halk inançlarının coğrafi sınır ve kültürel seviye farkı bile tanımaksızın zamanımızda ilgi gördüğü ve insanları etkilediği görülmektedir. Bu noktada, diğer alanlardaki faaliyetlerinde olduğu gibi, Hz. Peygamber'in hurafeler karşısındaki tutumunun da günümüzde değerini ve önemini koruduğu ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber bu açıdan da insanlara örnekliğini göstermiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde, insanın kaderini değiştirme iddiası taşıyan, Allah'tan başka varlıklardan yardım alma gayesi güden, insanları sağlam bilgi kaynaklarından ve sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü hurafe, batıl inanç ve uygulamalar, açık ve kesin bir şekilde reddedilmiş ve yasaklanmıştır.
Hz. Peygamber'in hemen tüm faaliyetlerinde hurafelerle mücadele ettiği görülmektedir. Sözgelimi kehaneti ve kâhinlerin eylemlerini kesinlikle hoş görmemiş, çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatı olan ve hemen bütün milletlerde batıl inanç ya da folklor olarak varlığı görülen falcılığı yasaklamıştır. Araplar arasında falcılık son derece yaygındı. Cahiliye dönemi Arap toplumunda görülen ve kuşların adları, sesleri ve uçuşlarından uğursuz anlamlar çıkarma, kuşların uçuş tarzını inceleyerek yorumlar yapma veya çakıl taşı, nohut, bakla gibi maddelerle fal tutma gibi bütün fal çeşitleri Hz. Peygamber'in yasakladığı hususların kapsamına girmektedir.
Hz. Peygamber, su dolu bardağa, güneşe, billur parçasına bakarak remil atıp secili ve kafiyeli sözlerle ve bunların yanı sıra, sözgelimi çocukların vücut yapılarına bakarak gelecekleriyle ilgili tahmin yürütmek gibi daha başka usullerle gaibden haber verdiğini iddia eden kâhinlere müracaatı yasaklamıştır. Muaviye b. Hakem es-Sülemî adlı sahabi, kendisine "Biz birtakım şeyleri cahiliye döneminde yapıyorduk. Kâhine gidiyorduk." deyince "Kâhinlere gitmeyin." buyurmuştur. Adı geçen şahsın "Uğursuzlukta bulunuyorduk" demesi üzerine de, kendilerinin öyle zannettiklerini, ancak buna itibar edilmemesini ve niyetlenilen işten geri kalınmamasını söylemiştir. Bir grup insanın kâhinler hakkında bilgi almak amacıyla sordukları soruya "Kâhinler birşey değildir.” demiştir. Kâhin veya arrâfa giderek onları tasdik etmekle iman arasında bağlantı kurmuştur. Nitekim "böyle hareket edenlerin kendisine indirileni inkar etmiş sayılacaklarını ve namazlarının kırk gün kabul edilmeyeceğini.” bildirmiştir.
Hz. Peygamber, İslam'da uğursuzluk telakkisinin bulunmadığını, uğursuzluğa inanmanın kişiyi şirke götürebileceğini haber vermiştir. Kuşun ötmesinin ve uçmasının uğursuzluk sayılamayacağını belirterek, ilginç görünen nesne ve olayların iyiye yorulmasını tavsiye etmiştir. Büyü yapmanın ve muska taşımanın tevhid inancını zedeleyeceğini bildirmiştir.
İslam öncesinde Araplar, bafşta güneş ve ay olmak üzere birtakım gök cisimlerine ve melek, cin ve şeytan gibi ruhani varlıklara taparlardı. Bunun yanı sıra, bu cisimler hakkında çeşitli batıl inançlara da sahip idiler. Sözgelimi yıldızların yağmur yağdırdığına inanırlardı. Hz. Peygamber ise bunun cahiliye inancı olduğunu söylemiştir. Araplar güneşin melek olduğunu, şeytanların putları mekan edindiklerini kabul ederlerdi. Bir yıldızın kaymasını veya düşmesini, o beldede bir büyüğün doğmasına, yahut ölmesine, ve yahut da bir felaketin geleceğine işaret sayarlardı. Hz. Peygamber bu tür inançların batıl olduğunu bildirmiştir. Bu konudaki görüşünü açıkladığı bir olay şöyle gelişmiştir: Bir gece vakti Hz. Peygamber sahabelerle birlikte otururken bir yıldız kayar ve ortalığı aydınlatır. Bunun üzerine cahiliye döneminde böyle bir durumda ne dediklerini yanındakilere sorar. Onlar da "'Bu gece büyük bir adam doğdu; büyük bir adam öldü derdik." cevabını verirler. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Yıldız ne bir kimsenin ölümü için kayar, ne de dünyaya geldiği için." der.
Kırlarda yaşadığına, çeşitli renk ve şekle girerek insanlara göründüğüne, onları yollarından saptırıp helak ettiğine, kılıçla vurulan ilk darbede öldüğüne, ikinci darbede ise dirildiğine inanılan ve efsanevi bir varlık olan "Ğûî" hakkında Hz. Peygamber "Gûî yoktur." buyurmuş, bu türden hayaletlerin varlığına dair telakkilerin batıl olduğunu kesin bir şekilde ifade etmiştir. Bunun yanında, cahiliye inançlarının kalıntısı olarak bir hayaletin görünmesi durumunda besmele çekmek ve ezan okumak gibi Müslümanların maneviyatını güçlendiren uygulamalar da tavsiye edilmiştir.
Hz. Peygamber, Arapların Kâbe ve Mekke'nin kutsallığıyla ilgili inançlarını hurafelerden arındırmıştır.
İslam'ın doğduğu sırada cincilik, düğüm atmak, üflemek, fal okları ve yıldıza bakmak gibi usullerle yaygın bir şekilde putperestlikle birlikte uygulanmaktaydı. İslam buna şiddetle karşı çıkmıştır. Sihir-büyü yapılmasını Hz. Peygamber büyük günahlar arasında saymış, hatta bir sözünde Allah'a şirk koşmanın hemen ardından zikretmiştir. Sihir yapanın imanının zayi olacağını bildirmiştir. Bunun yanında büyü yapan için cezalar öngörülmüştür.
Hz. Peygamber'in 9. ve 10. hicri yıllarda yoğun bir şekilde Medine'ye gelen heyetlerle yaptığı görüşmeler, İslam'ı tanıtma ve yayma bakımından olduğu kadar, batıl inanışlar ve hurafelerle mücadele açısından da önem arzeder. Peygamberimiz kabilelerin öteden beri sahip oldukları batıl inançları ve bunlarla ilgili uygulamaları ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Esed kabilesi heyeti kuşları azarlamak, onların isimlerinden, seslerinden ve geçişlerinden anlamlar çıkarmak, taşları işaretleyip avuçlarında sallayarak birtakım anlamlar çıkarmak ve kehanet gibi uygulamaların hükmünü sorduklarında Hz. Peygamber bütün bunları yasaklamıştır.
Sonuç olarak, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde okumaya, bilgiye, akla, düşünceye, araştırmaya son derece önem verildiği malumdur. Hz. Peygamber hayatında ve faaliyetlerinde batıl inanışlara ve hurafelere göre değil, bilakis daima inanç, azim, sebat, sabır, çalışma, sebeplere bağlanma ve danışarak hareket etme gibi esaslara riayet etmiş, faaliyetlerini somut adımlar atarak
               
 
 
 
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder