İmam Şafiî Cimâu'l-ilm kitabında bütün haberleri ve haber-i hassa dediği haber-i vahidleri reddeden kimselerden bahseder. Öyle anlaşılıyor ki, bu kimselerin itiraz noktası, haberlerin sübutundaki şüpheleridir.
Osman ed-Darimî,
Bişr el-Merisi'ye yazdığı reddiyede; hadislerin asr-ı saadette ve hulefa-i
raşidin döneminde yazılmamış olmaları (müellif bu itirazı, hadislerin asr-ı
saadetten itibaren yazılmaya başlandığını örnekleriyle anlatarak cevaplamaya
çalışmıştır) veya daha sonra yazılan hadis kitaplarına art niyetli insanların
sokuşturmada bulunmaları gibi gerekçelerle bazı hadisleri redde kalkışan
kimselerden bahsetmiştir.
Bu anlayış
son asırlarda daha yaygın ve yeni gerekçelerle tekrar gündeme getirilmiştir.
Batı'da XIX.
yy.’ın sonlarına kadar hadislerin büyük çoğunluğunun sahih olduğuna
inanılıyordu. Hollandalı ilim adamı Dozy (1820–1889) hadislerin yarısının
gerçekten Hz. Peygamber'e ait olduğunu tahmin etmekteydi. Daha sonra tam tersi
bir görüş hakim olmuş ve hadislerin büyük çoğunluğunun, Hz. Peygamber sonrası
dönemlerin ürünü olduğu söylenmeye başlanmıştır. Goldziher, Dozy'nin görüşünü
kabul etmenin zor olduğunu belirtir. Ona göre hadislerin büyük çoğunluğu
sonraki zamanların ürünüdür. Caetani ise, Goldziher'i tamamen destekler. D. S.
Margoliouth Hz. Peygamber'in geriye Kur'ân dışında hiçbir sünnet ya da hadis
bırakmadığını iddia eder.
Brockelman,
hadislerin büyük çoğunluğunun İslam'ın zuhurundan iki asır sonra ortaya
çıktığını, bu sebeple Hz. Peygamber'in inancı için onların büyük bir kaynak
olarak kullanılmasından sakınmak gerektiğini ifade eder.
Fazlur Rahman
da şöyle demektedir: "İlk dönemlerde, hadislerin çok büyük bir kısmı,
Nebevî Hadis'in tabiî olarak az olması nedeniyle Hz. Peygamber'e değil de,
sonraki nesillere dayanmaktadır. Gerçekten de ikinci asra ait elimizdeki mevcut
eserlerde, fıkhî ve hatta ahlaki hadislerin çoğu Hz. Peygamber'den gelmiş
değildir; aksine, sahabeye, tabiîne ve üçüncü kuşağa ulaşmaktadır. Ancak hadis
hareketi daha sonraları, bizzat gerçekleştirmek istediği gayenin gerektirdiği
bir zorunluluk nedeniyle hadisi çıktığı en tabiî kaynağına, Hz. Peygamber'in
şahsına isnad etmeye yönelmiştir."
Bazı
yazarların özel konularda yoğunlaştıkları da görülmektedir. Bu cümleden olarak
H. Lammens, Hz. Peygamber'in hayatıyla, J. Schacht fıkıhla ilgili hadislerin
sonradan nasıl uydurulduğunu ortaya koymaya çalışmışlardır.
Hadislerin
tamamının veya büyük kısmının asılsız olduğu iddiasında bu sefer dile getirilen
en önemli iki gerekçe bize göre hadislerin ananevi tenkid usûlü ile hadisin
muhtevasını müteakip asırlarda görülen kültürel olaylarla ilişkili görülmesi
hususlarıdır.
Hadislerin
özellikle hadisçiler arasındaki tenkidi onları nakleden ravilerin ve kısmen
nakledilen metinlerin incelenmesine dayanmaktadır. İlgili kitaplar
incelendiğinde özellikle senede ağırlık verildiği de müşahede edilir. Burada
iki iddia; senedlerin tamamen asılsız, uydurma oldukları iddiası ile hadisin
tenkidi için ekseriya senedin tenkidi ile yetinildiği, senet tenkidinin de yetersiz
olduğu iddiası söz konusudur.
Günümüze
kadar çok tartışılan sened tenkidinin yetersizliği konusunun ayrıntılarına
girmeden bu hususta sadece iki noktaya işaret etmek uygun olacaktır: Her konuda
açıklamalar ihtiva eden hadis metinlerinde akıl alanının dışında yer alan iman,
ibadet ve gayb âlemiyle ilgili hususlar gibi konuların yer almasının ortaya
çıkardığı zaruret (bu husus niçin fakihlerin değil de, daha ziyade hadisçilerin
bu usûlü kullandıklarını açıklayabilir) ve metninde şüpheler bulunan bir
hadisin senedinde ekseriya problemlerin bulunduğu gerçeği (bu durumda seneddeki
duruma işaret yeterli görülmüş olmalıdır). Dolayısıyla çoğunlukla sened tenkidi
yapıldığı iddiasından ziyade senedin titiz tenkidinin yapılıp yapılmadığı
hususu, bizce daha önemlidir. Yine de kaydetmeliyiz ki, hadislerin tenkidi için
sadece sened tenkidinin yeterli olduğunu da söylemek istemiyoruz.
Burada asıl
ikinci gerekçe üzerinde durulacaktır. Bu gerekçenin önce özellikle I. Goldziher
tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır. O, hadislerin, İslam'ın ilk günlerinin
tarihi için bir belge olarak kabul edilmesinin uygun olmadığını, onlarda
müteakip zamanlarda hakim olan temayüllerin izlerinin bulunduğunu, onların
büyük çoğunluğunun ilk iki asırda İslam'ın dinî, tarihî ve sosyal gelişmesinin
neticesi olarak kabul edilmesi gerektiğini kaydetmektedir. Anlaşıldığına göre
o, hadisle müteakip tarihlerdeki gelişmeler/olaylar arasında görülen
benzerlikten onun uydurma olduğu sonucuna varmaktadır.
İslam tarihinin ilk asrı içinde daha sahabiler hayattayken
hadislerin/sünnetin dindeki yerini kavrayamayan bazı kimselerin varlığı
müşahede edilmektedir. Hz. Aişe'nin bir cevabından anlıyoruz ki, bunlar
haruriler/haricilerdir. Haricilerin Kur'ân'a ilave hüküm getiren
sünnetleri/hadisleri kabul etmedikleri nakledilmektedir.
Hadislerin Dinî Değerine Yönelik
İtirazlar:
İslam
tarihinin ilk asrı içinde daha sahabiler hayattayken hadislerin/sünnetin
dindeki yerini kavrayamayan bazı kimselerin varlığı müşahede edilmektedir. Hz.
Aişe'nin bir cevabından anlıyoruz ki, bunlar haruriler/haricilerdir. Haricilerin
Kur'ân'a ilave hüküm getiren sünnetleri/hadisleri kabul etmedikleri
nakledilmektedir.
Çağımızda da
böyle bir görüşü benimseyenler görülmektedir. Bu konuda amelî mütevatir olan
sünnetleri kabul edenler olduğu gibi, hiçbir ayırım yapmaksızın sünnetleri
reddedip sadece Kur'ân'ı kabul edenler de vardır. Anlaşıldığına göre bu tür
görüşler en çok Hind-Pakistan bölgesinde yayılma imkanı bulmuştur.
Çağımızdaki
hadis karşıtlarının bazı gerekçeleri, ilk asırlardaki benzerlerinin
gerekçelerine benzemektedir. Onların ileri sürdükleri bazı yeni gerekçeler
vardır ki, bunlardan ikisi dikkat çekicidir. Bu iki gerekçe hadislerin asr-ı
saadette yazılmamış olmaları ile hadislerin o günkü insanlara yönelik olduğu
iddiasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder