30 Ocak 2019 Çarşamba

İBNİ KUTEYBE NİN HADİS MÜDAFASI 2


Rükü etmiş olur, kim ellerini dizleri üzerine koyarsa o da rükû etmiş olur. Elleri dizler üzerine koymak veya tatbik yapmak ise rükunun sadece ada-bındandır. Bu durumda ihtilaf da namazın adabında olmuşolur. Ashabın kimisi (namazda, tahiyyat esna­sında) kaba yeri üzerine, kimisi yayılarak kimisi de bağdaş kurarak otururdu. Bunların hiçbirisi de, bir­birinden ayrı olmasına rağmen, namazı bozmaz.

(en-Nazzamm); Şaki (dalâlette olan) anasının karnında iken şaki, said de anasının karnında iken said (hidayette) olandır"[214]hadisi dolayısıyla İbnu Mes'ud'u yalancılıkla itham etmesine gelince; İbnu Mes'ûd'un, böyle meşhur ve yüce bir hadis ile Rasu-lullah'a yalan isnad etmesi nasıl caiz olabilir? O: Bana sadık ve masduk olan (Rasulullah) haber verdi" diyor da, pekçok sayıda Ashab mevcud olduğu halde niçin hiçbiri onun bu sözünü inkar etmiyor? [215]

Hem ne için ve ne gaye ile Rasulullaha yalan is­nad etsin ki? Bu ona ne bir fayda getirir, ne onu bir za­rardan korur, ne sultan ve idarecilere yaklaşmasına vesile olur, ne de bununla malı artar... Onun bu riva yetini destekleyen pekçok kimsenin rivayeti varken nasıl olur da yalan söylemiş olur? Bu rivayet sahiple-' rinden birisi de Ebu Umame'dir ki, Rasulullahtan şu hadisi rivayet etmiştir: "Saadetin (hidâyetin) iman eden ve takva sahibi olanlara,şekavetin (dalaletin) de, (dini) yalanlayan ve (dine) küfredenlere takdir olunduğuna dair. Allah'ın ilmi sebkat etmiş (ezeli ilimde takdir edilmiş), (kaderi yazan) kalemin mürek­kebi kurumuş ve kader tamamlanmıştır. (Artık hiçbir şey kaderi değiştiremez.) Bu Kur'an'ın ve peygamber­lerin şehadetiyle sabittir.[216]

Allahu Taala da şöyle buyurmuştur: "Ey Âdem oğlu, sen, benim dilememle var oldun. Nefsin için dile­diğini dileyen sensin. Benim irademle var oldun. Nef­sin için istediğini isteyen sensin. Benim lütuf ve rah­metim ile farzlarımı yerine getirdin ve benim nimetim ile bana karşı günah işledin."

İşte el-Fadl b. el-Abbas b. Abdulmuttalib, o da Rasulullahın kendisine: "Ey çocuğum, Allahı(n hak­kını) gözet ki Allah da seni korusun. O'na tevekkül et ki O'nu önünde (heryerde kendine yardımcı)bulasın. Rahat anlarında kendini O'na tanıt ki, O da sana dar­lık ve sıkıntıanlarında yardım etsin. Şunu bilesin ki, sana isabet edecek olan şaşacak (ve başkasına isabet edecek) değildir. Sana gelmeyecek olan da asla sana dokunmaz. Çünkü kalem, kıyamete kadar olacak şeyleri yazmıştır"[217]dediğini rivayet etmiştir.

O halde İbnu Mes'ud, Kur'an'm kendisini des­teklediği bir hususta nasıl yalancılıkla itham oluna­bilir? Allahu Taala: "İşte Allah, böyle (zalim) kimse­leri sevmeyen bir kavmin kalplerine imanı yazmış ve kendilerini yüce katından bir rahmet ile kuv vetlendirmiştir." (58, el-Mucalede, 22) buyurmuş­tur. "... kalplerine imanı yazmış" yani onların kalpleri ne imanıyerleştirmiştir. Rahmeti hakkında da Ce-nab-ı Hakk: "Onu (rahmetimi) küfürden sakınanla­ra ve zekatı verenlere yazacağım" (7 el-A'raf, 156) buyurmuştur, "...yazacağım" yani, onlara has kılaca­ğım, demektir. Allah kimin kalbine imanı yerleştir-mişse, muhakkak ki onun saadetine hükmetmişde­mektir.

Yine Allah azze ve celle Rasulüne şöyle buyur­muştur: "Doğrusu sen istediğini hidayete eriştire-mezsin. Fakat Allah dilediği kimseye hidayet ve­rir." (28 el-Kasas, 56) . Bu ayetin manasının: "Sen is­tediğine "hâdî=hidayette olan" ismini veremezsin, fa­kat Allah dilediğine "hâdî" ismini verir." şeklinde ol­ması caiz değildir. Yine: "Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir." (16 en-Nahl, 93) bu­yurduğu gibi: "Böylece Fir'avn, kavmini sapıkhğ a sürükledi, hidayete götürmedi" (20 Ta-ha, 79) bu­yurmuştur. Burada Fir'av'nm kavmine ne "sapıtan-lar" ismini vermesi, ne de "hidayete erenler" ismini vermesi düşünülemez. Keza "Allah kime hidayet et­meyi dilerse* İslama onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıkhkta bırakmak is­terse, onun kalbini göğe çıkıyormuşcasma daral­tır, sıkıştırır." (6 el-En'am, 125) ve "Eğer dilesey-dik, herkese hidayetini verirdik. Fakat benden şu söz gerçekleşti: "Muhakkak ki Cehennemi, bütün (kafir olan) cinlerle insanlardan dolduracağım" (32 es-Secde, 13) buyurmuştur. Bunların benzeri, Kur'an ve Hadls'te pek çoktur.

Bizim burada maksadımız Kaderiyye aleyhine delil getirmek olmadığı için onları reddeden şeyleri, onların tevillerinin fasid (bozuk) ve muhal olduğunu zikretmeyeceğiz. Zira ben bunları başka bir yerde, Kur*an ile ilgili olarak yazdığım eserlerimde anlat­tım.

Gerek Cahiliyye'de, gerekse İslam'da Arapların kendisini desteklediği bir hususta İbnu Mes'ud nasıl

yalanlanabilir..? Nitekim bazı recez şairleri şöyle de­mişlerdir:

"Ey içinde endişe gizleyen kimse, endişelen­me...

Eğer sana sıtma takdir olunmuşsa muhakkak yakalanırsın.

Dağın zirvesine yükselsen bile. ..

Kalem bunu yazdıysa, bundan nasıl kaçabilir­sin?

Bir diğer şair şöyle der:

Kader bu... Beni ister ayıpla, ister ayıplama...

Ben hata etmiş olsam bile, kader hata etmez.

Leb id de şöyle demiştir:

Şüphesiz Rabbimizden ittika etmek en hayırlıganimetttir.

Acelem de gecikmem de, Allanın emriyledir.

Kimi doğru yola iletirse o, huzur içersinde hida­yete erer ve kimi dilerse saptırır.

el-Farazdak şöyle demektedir:

Kusa'i nedametiyle nadim oldum.

"Navar" benden boşanarak gittiğinde..

O bir cennet idi, çıktım oradan,

Âdem gibi ki, o zaman onu, şeytan çıkarmıştı oradan.

Eğer onu ellerimle tutsaydım ve nefsim onu sevşeydi,

O takdirde kader karşısında ihtiyarım olurdu. [218]

en-Nabiğa ise şöyle diyor:

Bir kişi istediğine ermiş değildir. Eğer o (kaderde) yazılmamışsa...

Artık, Allah'ın kitabları kendisini destekleyen İbnu Mes'ud, nasıl yalancılıkla suçlanabilir?

İşte Vehb b. Munebbih (34-114, 6) [219]diyor kt: "Allanın (mukaddes) kitaplarından yetmişiki kitap okudum. Yirmi ikisi batın, ellisi zahir ile ilgili idi. Bü­tün bu kitaplarda gördüm ki, kim birşeyi kendi gü­cüyle yaptığını iddia ederse, küfre girmiş olur."

İşte Tevrat da şöyle demektedir: "Allah Musa'ya; "Fir'avn'a git ve.ona, benim Bekr'im (ilk seçtiklerim) olan Beni Israili-bana hamd etmeleri, beni temcid ve takdis etmeleri için- Kenan'dan Arz-ımukaddese ba­na göndermesini söyle. Git ve ona bildir M, (eğer dedi­ğimi yapmazsa) Ben onun kalbini taş gibi yaparım da, hiçbir şey yapamaz (veya bir rivayette, hiçbir şey anla­yamaz). [220]

EBÛ MUHAMMED: Benim "Bekr'im" demek ya­ni, onlar (Beni İsrail) benim için, bir adamın ilk evladı menzilesindedir demektir. "O bekrimdir" yani, ilk seç­tiklerim, demektir.

Hammad (er-Raviye) [221]MukatiTden ( -150) [222]şöyle rivayet etmiştir: (Mukatil) dedi ki: "Amr b. Faid bana: Allah, birşeyi istemediği halde onu em­reder mi?" dedi.

Ben: Evet emreder. Çünkü İbrahim'e (A.S.) oğ­lunu kurban etmesini emretti. Fakat bunu yapmasına istemiyordu" dedim. O, sadece bir rüya idî." dedi.

Ben: "Sen (İsmail'in), "Ey babacığım, emrolun-duğun şeyi yerine getir." dediğini duymadın mı? de­dim,"

Ve işte, Arapların dışındaki bütün milletler. On­lar da Kaderin varlığını kabul ediyorlar. (Bu milletler­den) Hindliler "Kelile ve Dimne" de -ki onların kadim kitaplarının en esaslılanndandır- diyorlar ki:" Kadere yakin (en inanmak), işinde kararlı ve azimli olan bir , kimsenin, tehlikelerden korunmasına mani değildir. Hiç kimse, kendisi için gayb olan kaderini bilmekle mükellef değildir. Ona gereken temkin ve azimle çalış­maktır.[223]

EBÛ MUHAMMED:Biz de kaderi tasdik etmekle beraber, azmedip çalışılması (gerektiği)ni kabul ede­riz.

EBÛ MUHAMMED; Yine, Acemlerin kitapların­da okuduğuma göre Hürmüz'e "Firuz'u el-Heyatıle[224]kavmi üzerine göndermesinin, sonra da (Firu-zun) onlara karşı sözünde durmamasının sebebi nedir?" diye sorulunca (Hürmüz) şöyle demiştir: "Kullar, kendilerinin dahli olmayan, ne Üeri ne de geri kaçamı-yacaklan bir hususta, Rabbimizin kaderinden ve me-şietinden (dilemesinden) kaçıyorlar. Bizim bu husus­ta anlattıklarımızı bilmek isteyen bir kimse, bu soru­su ile sadece, bu iş (savaşve gadre uğrama) kendisi­nin başına gelen kimsenin üzerinde cereyan eden ka­derin, kendisiyle cari olduğu illeti (sebebi) sormakta dır.Zahiri sebep insanların dillerinde dolaşan "fulan ne yapü?" sözünden kasdedilen gözle görülen (zahiri) sebeptir. Aslında insanlar bu sözleriyle, "Ona ne ya­pıldı?"veya "Onun ellerinde ne cereyan etti?" demeyi

kasdederler.

Fulan öldü, fulan yaşadı sözleri de böyledir. İn­sanlar bu sözleriyle ancak, o kimseye, o işin (Allah ta­rafından) yapıldığınıkasdetmektedirler. Onun (bana sormuş olduğu) sorusundan kasdettiği de budur. Ar tık kim bu noktadan (kader noktasından) öteye geç­mek isterse bu hususta ona cahillik (bilgisizlik) yakı-şır.Bu vak'ada vuku bulan şeyleri, kadere yükleme­miz, onu (Firuzu) ma'zur göstermek, onun yaptıkları­nı tasvib etmek veya mahlukat üzerine takdir edilen şeylerin onun tesiriyle olduğunu inkar etmek için de­ğildir. Eğer sıkıntıları defetmeye, iyi şeyleri celbetme-ye (kulun) gücü yetmiyorsa, bu Allahm adaletinin mahlukatı-için kesinlikle takdir ettiği ve bizim meç­hulümüz olan, azab ve sevab verilmesini gerektiren sebeptir."

İbnu Mes'ud'un yalancılıkla itham olunduğu son hadisine gelince: İbnu Mes'ud Hindliler (=ez-Zutt) dan birtakım kimseler gördüğünü, onların Cin gecesi gördüğü cinlere çok benzediğini söyleyince, kendisi­ne: "Sen Cin gecesi Rasulullah ile beraber mi. idin?" denildiğinde, o: "O gece Hz. Peygamberin yanında biz-

den hiç kimse yoktu." demiştir. Halbuki ilk^hadiste, kendisinin o gece orada bulunduğunu söylemiş, diğe­rinde de bunu inkar etmiştir. Bu iki, haberin İbnu Mes'ud'dan rivayet edilmesi nasıl doğru olabilir? Hal­buki o, parlak bir anlayışa, emsallerini geçen bir ilme sahip olmuş, sünnette de, ilmin kendilerinde son bul­duğu ve ümmetin onlara uyduğu Ashab'ın önde ge­lenlerini geçmiş, Rasulullah ile hususi münasebet peyda etmişve onun yanında iyi bir mevki kazanmış­tır.

Onun yalan söylemesi nasıl mümkün olur ki, bugün bulundum desin, ertesi gün bulunmadım de­sin... Eğer düşmanı ona bir kötülük yapmaya gayret sarfetse, onun kendi kendine ettiği bu kötülükten da­ha fazlasını yapamaz. Veya onda delilik, bunaklık ve­ya akli bir dengesizlik olsaydı, yine de kendini bundan fazlası ile kötüleyemezdi.

Hadisçiler bu ez-Zutt (=Hlnd liler) hadisini ve cin gecesi İbnu Mes'ûdun Rasulullahla beraber oldu­ğunu kabul etmemektedirler. Hadislerin sağlamını, çürüğünü ayırmada bizim önderlerimiz onlardır. Çünkü onlar bu ilmin ehli ve bu işe itina gösteren kimselerdir. Her mesleği ve sanatıda en iyi şekilde, o mesleğin erbabı bilir.

Şu kadar ki biz, bu iki haberden birisinin batıl olduğundan şüphe etmiyoruz. Çünkü Abdullah b. Mes'ûdun (R.A.) kendisinin yalan söylediğini insanla­ra haber vermesi ve onların nazanndaki itibarını dü­şürmesi düşünülemez. Eğer böyle olsaydı o zaman ona: "Niçin dün, orada bulunduğunu söyledin?" deni­lirdi. Eğer mesele Hadisçilerin (Ashabu'l-Hadis) dedi­ği gibi ise birinci haberin sakıt [225]olmasıgerekir. Fa­kat her iki hadis de sahih ise, o zaman bana kalırsa, ikinci haberi nakleden, bu haberden bir kelime dü­şürmüştür. Bu kelime de "benden başkası" kelimesidir. Ona "Sen Peygamber (S.A.V.) ile Cin gecesi bera­ber mi idin?" denilince, "O gece benden başka, bizden hiç kimse bulunmadı?" demiş olması (ihtimali) dedi­ğimizin doğruluğunu gösterir. Ravi, "Benden başka" kelimesinden, ya işitmediği için ya da işitip de unut­tuğu veya ondan nakleden ravi iskat ettiği için gafil olmuş olabilir. Bu ve buna benzer şeyler bazen vuku bulabilir, pek güvenilmez...

Bizim sözümüz {ün doğruluğunla delalet eden husulardan birisi de, ona: "Sen cin gecesi Rasulullah ile beraber mi idin?" denilince: "Bizden hiç kimse yok­tu" demesidir. Bu ise "Sen orada mı idin?" sualinin ce­vabı olamaz. Bu ancak "Siz Cin gecesi Rasulullah ile beraber mi idiniz?" sualini sorana bir cevab teşkil ede­bilir. Binaenaleyh, sual soranın suali: "Sen Cin gecesi Rasulullah ile beraber mi idin?" şeklinde olursa, ceva­bın: "O gece benden başka bizden hiç kimse yoktu" şeklinde olması uygun olur ve İbnu Mes'ud'un evvelki *sÖzü de bizim bu dediğimizi te'yid etmektedir.

(en-Nazzam'm) Huzeyfe'den (RA.) naklettiği şe­ye gelince: Güya Huzeyfe (RA.) Osman (RA.) aleyhin­de söylediği pekçok şey hakkında, onlan söylemediği-. ne dair ona yemin etmiş. Halbuki onun bunlarısöyle­diğini işiten varmış ve bu durum kendisine söylenin­ce: "Ben-dinimin tamamının gitmesinden korkarak-bir kısmını, diğer bir kısmıkarşılığında satın alı(p kurtarıyorum." demiştir.

Huzeyfe'nin mazereti veya haklı olduğu bir nok­ta olup olmadığı araştırılmadan, bir hadis nasıl bu kadar çirkin bir şekilde yorumlanabilir...? Evet Hu­zeyfe (RA) mazeretini açıklamıştır ve buda onun : "Dinimin bir kısmını diğer bir kısmı karşılığında satın alı(p kurtarıyorum." sözünden anlaşılmakta­dır. .

(en-Nazzam) Huzeyfe'nin sözünü iyice anlamadı mı? Hiç düşünmedi mi, onun ne söylediğini? Bilakis (anlamasına anladı. Fakat) Rasulullahın Ashabına olan düşmanlığı ve onlara olan amansız kini, onu dü­şünmekten alıkoymuştur.

İnsanın heva(y-ı nef)si, nasıl insanı kör ve sağır ederse, buğz (nefret) ve düşmanlık da öylece insanı kör ve sağır eder.Bil ki-Allah sana rahmet etsin- yalan söylemek ve yeminini bozmak, bazı hallerde kişi için en uygun iş olur. Doğru sözlülük ve yeminine sada-kattan daha çok Allah (m nzasın)a yakın olur.

Düşün bir kere, bir adam zalim bir sultan görse, kudretli ve kahredici bir sultani Bir müslümanın veya zımminin kanını haksız yere dökmek istiyor veya onun ailesinin ırzına göz dikmiş. Veya onun evini ya­kacak. Eğer o kimse kendini kurtaracak bir yalan söy­lerse, veya yalan yere yemin ederse, Allah katında se-vab kazanır, kullar tarafından da kendisine teşekkür edilir.

Yine bir adam sıla-i rahim yapmamaya, zekat vermemeye yemin etse, sonra da fakihlerden fetva is­tese, onların hepsi de onun yeminine uymamasına fetva verirler. Allahu Teala da: "Allah'a yaptığınız ye­minleri; iyilik yapmanıza, günahtan sakınmanıza ve İnsanların arasını düzeltmenize engel yapma­yın." (2 el-Bakara, 224) buyurmaktadır. Yani Allaha yemin etmişolmayı, sizi hayır işlemekten meneden bir engel haline koymayın. Böyle yemin edince onu yerine getirmeyin, fakat kefaret verip hayırlı olan şeyi \ yapın .demektir.

Keza Rasulullah da şöyle buyurmuştur: "Kim birşeye yemin eder de, yeminini bozmanın hayırlı J olduğunu görürse, kefaret versin ve hayırlı olanı yapsın.[226]

Harpte -çünkü harb bir hiledir- , insanların arsınıdüzeltmekte ve bir kimsenin karısını razı etmeye çalışmasında da yalan söylemek caizdir.

Yine, eğer zulme uğrayacaksa veya nefsinin za­rar görmesinden korkarsa, o kimseye tevriye için de ruhsat tanınmıştır. Tevriye ise, kendisinden yemin etmesini isteyen kimsenin düşündüğünden, başka bir şeye niyet etmektir.Mesela, birisi eli darda olan bir kimseden -Allah borcun ertelenmesini alacaklıya em­rettiği halde- hakim huzurunda, ondan alacağı oldu­ğuna yemin etmesini ister. Mali sıkıntıda olan bu kim­se de, hapse düşmekten korkarakşöyle der: "Vallahi bunun bende hiçbir alacağı yoktur." içinden de ilave eder: "bugün" .Yahud "Vallahi" der, kasdettiği ise lehv (oyun, eğlence) fiilinin ismi faili olan el-Lahî (oyna-yan)dır. Yalnız "vallahi"nm sonundaki (y harfini söy­lemez ve hazfettiği (y) harfine delalet etmesi için kesre­yi olduğu gibi bırakır. Nitekim Kur'an'da da (hazfe mi­sal olarak) Allahu Taala: 'Ya ibadi'llezine âmenû" "yevme yed'u'ddâi" ve "yunâdi'l-munâdi" buyurmak­tadır.[227]

Yahut "malik olduğum herşey sadakadır." der, bununla "asla malik olamayacağı şeyleri" kasdeder[228]

Yine bir adam, bir kimseye "şu evin kapısından

çıkmayacağım11 diye yemin ettirir. Bu ise ona zulüm­dür. O da kapıdan çıkmış olmamak için duvara tırma­nır ve çıkar. Aslında yemin ettiren, ne şekilde olursa olsun, onun evden çıkmamasını kasdetmiştir. İştebunlar ve benzerleri hep tevriyeye birer misaldir.

Maarid'e (üstü kapalı söz söylemeğe) de ruhsat verilmiştir. Bunda yalandan kurtuluş vardır [229]de­nilmiştir. tbrahimu'l-Halil (A.S.)in, karısı hakkında: "O, kardeşimdir" sözü de üstü kapalı sözlerdendir. Halbuki İbrahim (A.S.) bu sözü söylerken mü'minle-rin kardeş olduğunu kasdederek söylemiştir. [230]Yi­neİbrahim (A.S.): "Belki onların şu büyüğü bunu yapmıştır. Sorun bakalım onlara, eğer söylerler­se." (21 el-Enbiya, 63) sözünden de "Eğer konuşursa şu büyükleri yaptı" manasını kasdetmiştir. Yani ko­nuşmayı, o işin yapılması için şart kılmıştır. O da ko­nuşmadığına göre, o (put) yapmadıdemektir.

Keza (İbrahim'in): "Ben hastayım" (37 es-Saf-fat, 89} sözünden kasdı, ileride hasta olacağım de- . mektir. Çünkü ölüm ve yok olmak kime yazıldıysa, o kimse mutlaka, hasta olacaktır demektir. [231]

Keza Allah Peygamberine: "(Ey Rasûlüm) el­bette sen ölüsün ve elbette o kâfirler de ölüdürler." (39 ez-Zumer, 30) buyurmuşun Halbuki o vakitte Ra-sulullah ölü değildi. Allah bu ayette: "Muhakkak ki sen öleceksin, onlar da ölecekler", demek istemiştir.

(en-Nazzam) yukarıda zikredilen hususlardan hangisini, Huzeyfe için bir mazeret olarak aramaya çalışmıştır... Huzeyfe: "Ben dinimin bir kısmını, diğer bir kısmı ile sahn alı(p kurtarıyorum." sözü ile , ken dişinin kurtuluş noktasına işaret etmiştir. Eğer onun mazeretinin nerede olduğunu bilmek istersen, sana bazı misaller vereyim.

Mesela: Haricilerden bir adam Rafızilerden biri­ne rastlar ve ona, rYa Osman ve Ali'den teberri edersin yoksa seni -Allaha andolsun- öldürmeden bırak­mam" der. Rafızi de: "Vallahi ben Aliden ve Osmandan beriyim. (Ene vallahi min 'Aliyyin ve.min Usmâne ber-îun)" der ve kurtulur. Burada "Ben Aliden(im) " (ene vallahi min Ali) sözü ile kendisinin Ali taraftarların­dan olduğunu, "ve Osmandan beriyim(ve min Usm­âne berîun)" sözü ile de sadece Osmandan beri oldu­ğunu söylemiş olmaktadır.

Yine sultanın adamlarından biri, sultana buğ-zetmek ve sövmekle itham ettiği birine, sultanın adamlarının giydiği siyah elbiseden sormuş, adam da: "Vallahi nur siyahtadır" demiş ve sultanın ada­mından kurtulmuştur. Halbuki, o, bu sözü ile "Gözle­rin nuru (görme kuvveti) gözbebeklerinin siyah kıs-mındadır" demek istemiş ve böylece yemini ile ne gü­nahkar olmuş, ne de yeminini bozmuştur.

Hz. Ali (R.A.) bir hutbesinde: "Cennete ancak Osmanın katili girecek olsa, ben Cennete girmem. Ce­henneme de, ancak Osmanın katili girecek olsa, ben Cehenneme de girmem" deyince, kendisine: "Ey mü'minlerin emiri, ne yaptınız? İnsanları bölük pör­çük ettiniz" denildi. Bunun üzerine tekrar onlara hi-tab ederek şöyle dedi: "Siz Osmanın öldürülmesi hu­susunda aleyhimde pekçok laf ettiniz. İyi biliniz ki, onu Allah öldürdü ve ben de onunla beraberim". İn­sanlarda sandılar ki Ali, Allahın Osmanı öldürmesi ile beraber Osmanı öldürmüştür. Halbuki Ali (R.A.) Os­manıAllahın öldürdüğünü ve kendisini de birgün onun gibi öldüreceğini kasdediyordu.

Yine bir başka misal: Kadı Şurayh ( -80) [232]

Ziyad (b.Ebih)[233]in vefatı ile neticelenen, hastalığı esnasında huzuruna girdi. Oradan çıkınca Mesruk [234]adam gönderip, ona emiri ne vaziyette bıraktın, diye sordu. Kadı Şurayh da: "Emreder ve nehyeder bir halde bıraktım" dedi. Mesruk: "Şurayh, sözü zor anlaşılır bir adamdır, ona tekrar sorun" dedi. (Tekrar Şurayh'a sorulduğunda): "Onu, vasıyyetini emreder ve kendisine ağlanılmasmı nehyeder (meneder) bir halde bıraktım" dedi.

Şurayh'a oğlunu sormuşlardı. Oğlu ise (henüz) vefat etmişti. Dediler ki: "Ey Eba Umeyye... hastamız nasıl sabahladı?" O da: "Şimdi ağnsı dindi, ailesinin beklediği de buydu" dedi. Yani, ailesi onun Allah ka­tındaki sevabını bekler, umar demek istemiştir( ve bununla oğlunun öldüğünü ifade etmiş) tir.

Misaller bizim bitiremiyeceğimiz kadar çok­tur.

Huzeyfenin (R.A.) Osmana söylemiş olduğu sö­zü ve ettiği yemini de tevriyeden hali değildir. Onun-sözü(nün tamamı) nakledilmedi ki[235]tevil edelim; çünkü onun nakledilen sözü mücmel (kapalı) dir.

Huzeyfe için sana bir misal verelim: Huzeyfe sankişöyle söylemiş gibidir: "İnsanlar öfke anında bildikleri en kötü şeyleri, hoşnutluk anında da bildik­leri en güzel şeyleri söylerler."

"Osman (R.A.) iki dostuna (Ebubekr ve Ömer)muhalefet ederek, işleri yerli yerinde yapmadı.Asha-bıyla müşavere etmedi ve mallan hakkı olmayanlara dağıttı" bu ve benzeri şeyler söylemiş, bir jurnalci de bunları, Hz. Osmana haber vermiştir. O da çok kötü sözler söylemiş ve ona: "Benim zalim, hain vb. olduğu­mu söylediğin kulağıma geldi" demiştir. Bunun üzeri­ne Huzeyfe, böyle birşey söylemediğine dair yemin et miş, Osman da onun bu sözleri söylemediğini'tasdik etmiştir. Huzeyfe yemini ile onun öfkesini yumuşat­mak, kabarmış öfkesini yatıştırmak ve onun öfkesini kendi üzerine çekmemek istemiştir.

İmamın (devlet reisinin) teb'asma olan öfkesi, babanın evladına, efendinin kölesine, kocanın karısı­na olan öfkesi gibidir. Hattaİmamı öfkelendirmek da­ha büyük bir günahtır. Huzeyfe de küçük bir günah karşılığında, ondan daha büyük bir günahtan kurtul­muş ve: Dinimin bir kısmınıdiğer bir kısmı ile satın alı(p kurtan) yorum" demiştir.

Hz. Ömer, Osman, Ali ve Aişe'nin (R.A.) Hz. Ebu Hurayra'yı yalanlamalarından dolayı ona ta'n etmesi­ne gelince: Ebu Hurayra, üç sene kadar Rasulullah ile beraber bulunmuş ondan pekçok hadis rivayet et­miştir. Rasulullahtan sonra daha elli sene yaşamış ve H. 59 senesinde vefat etmiştir. Aynı sene Rasululla-hın hanımı Ummu Seleme (R.A.) ve bu ikisinden bir sene önce de Hz. Aişe (R.A.) vefat etmiştir..

Ebu Hurayra (R.A.) ashabın ileri gelenlerinin ve ilk müslüman olanların pekçoğunun dahi rivayet et­mediği kadar çok sayıda hadis rivayet edince, ona karşı çıkmışlar ve: "Sen bu kadar hadisi tek başına nasıl işittin? Bunları seninle birlikte işiten başka kimse var mı?" diye çakışmışlardır. Hz. Aişe, ona karşı çıkanların en serti idi. Çünkü o, Ebu Hurayra ile uzun müddet beraber bulunmuş idi.

Ömer de aynı şekilde, çok rivayet eden veya hüküm bildiren bir hadis nakledip de bunu Rasulullah'tan işittiğine dair bir şahid getirefniyenlere serdavranırdı. Hz. Ömer, Ashaba, az rivayette bulunma­larım emrederdi. Bunu insanların rivayeti çoğaltma­ması münafıkların, facirlerin ve (cahil) bedevilerin hadislere yabancı şeyler karıştırmaması, tedlis'in (=kanşıkhk) ve uydurma rivayetlerin ortaya çıkma­ması için yapıyordu.

Ebubekr, Zubeyr, Ebu Ubeyde, Abbas b. Abdil-muttalib gibi Ashabın ululan, Rasullah ile olan yakın­lıklarına ve onunla uzun müddet beraber bulunmala­rına rağmen az hadis rivayet ediyorlardı. Hatta Said b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl ki Cennetlik olduğuna şehadet edilen on kişiden biridir.-gibileri hemen hemen hiç-birşey rivayet etmemişlerdir.

Hz. Ali de: "Ben Rasulullahtan bir hadis işitiğim zaman, Allah beni onunla dilediği kadar faydalandı­rır. Birisi bana bir hadis rivayet ettiği zaman ondan (bunu Rasulullahtan işittiğine dair) yemin etmesini isterim. Eğer yemin ederse onu tasdik ederim. Ebu­bekr de bana rivayet etti (fakat) Ebubekr doğru söy­ler", demiş, sonra hadisi zikretmiştir.

Ashabın hadis rivayeti konusundaki titizlik ve sıkılığına, ve hadislerde tahrif, fazlalık veya noksanlık vuku'a gelmesinden korkarak rivayetten çekinmele­rine bir baksana. Çünkü onlar Peygamber'i (S.A.V.) şöyle derken işitmişlerdi: "Kim benim ağzımdan yalan söylerse, cehennemde oturacağı yeri hazırlasın.[236]

ez-Zubeyr'den (R.A) de aynı hadis rivayet olun­muştur. Ve o: "insanların bu hadise "kasden" kelime­sini eklediklerini görüyorum. Allaha yemin ederim ki ben, Rasulullahın "kasden" lafzınısöylediğini işitme­dim" demiştir.

Mutarrifb.Abdiilah'ın( -95) [237]rivayetine göre İmran b. Husayn şöyle demiştir: 'Vallahi eğer iste­sem, iki gün arka arkaya hiç durmadan hadis rivayet edebilirim. Lakin beni bundan alıkoyanşudur ki, As-habtan bazıları benim gibi hadisleri işittiler, benim gibi hadiselere şahid oldular. Birçok hadis rivayet edi­yorlar, fakat hadisler onların dedikleri gibi değildir. Ben de onların karıştırdıkları gibi karıştırmaktan korkuyorum. Sana şunu söyleyeyim ki, onlar hataya düşüyorlardı,fakat bunu kasden yapmıyorlardı."

Ebu Hurayra Ashaba: Kendisinin -Rasulullaha hizmet etmek ve (aynı zamanda) karnını doyurmak için -Ashabın en çok Rasulullahla beraber bulunanı olduğunu, fakir olduğu ve hiçbir şeyi olmadığını dola­yısıyla kendisini Rasulullahtan alıkoyacak, çift sür­mek veya çarşıda alışveriş etmek gibi bir meşgalesi bulunmadığtm,diğer ashabın ise, vakitlerinin çoğunu < ticaret ve mal peşinde koşmakla geçirdiklerini .kendi­sinin ise Rasulullahtan hiç ayrılmadığını, bu sebeple onların bilemediklerini öğrendiğini, onların ezberle-yemediklerini ezberlediğini söyleyince Ashab ona ta­rizde bulunmayıbıraktılar.Bununla beraber o, ken­disinin işitmediği, fakat kendisi nezdinde güvenilir birinden duyduğu bir hadisi rivayet ederek (Rasulul­lahtan işitmediği halde) "Rasûlullah şöyle dedi..." der ve hadisi naklederdi. Bunu İbnu Abbas ve diğer ashab da yapardı. Böyle yapmakta -elhamdülillah- yalancı­lık mevzuubahs değildir. Bu sözü söyleyene de, bunu dinleyen, onun bu hadisi Rasulullahtan işitmediğini bilmese bile -inşaallah- günah yoktur.

Ebu Hurayranın "Halilim (yani Peygamber 'S.A.V.)şöyle dedi, Halilimi işittim.." gibi sözlerine, Hz. Ali'nin "Rasûlullah ne zaman senin Halilin oldu?" demesine gelince:

Halillik, dostluk ve samimiyet manasına gelir ki, biri diğerinden daha değerli olmak üzere iki derecedir. Arkadaşlık (suhba) da böyle biri diğerinden daha kıy­metli olan iki dereceye ayrılır.

Nitekim birisi "Ebûbekr Rasulullahın sahibi fya-reni)dir." dediği zaman Rasulullahın Ashabı ile olan sohbetini kasdetmez. Çünkü onların hepsi de saha­bedir. Bu sözde Ebubekr için ne gibi bir üstünlük ola­bilir? Burada kasdedilen, Ebubekr'in, Rasulullahın en yakınıolmasından başka birşey değildir.

Rasulullahın ashabı arasında tesis ettiğ kardeş­lik (muâhât) de, Allanın "Mü'minler ancak kardeş­tirler" ( 49 el-Hucurat, 10) ayetiyle, mü'minler arasın­da vücud bulan kardeşlikten daha değerli ve güzeldir. İşte halillik de böyledir. Cenab-ı Hakk'ın: "Allah İbra-îıimi dost edinmiştir." (4 en-Nisa, 125) ayetinde ve Rasûlullahın: "Eğer bu ümmetten bir haîil edinsey-dim. Ebubekri edinirdim.[238]hadisinde -ki burada, onu, Allah'ın Hz. İbrahim'i dost edindiği gibi dost edi­nirdim demek istemiştir- kasdedilen halillik (dostluk) hususi olan dostluktur.

Ama umumi olan halilliğe gelince: O, Allanın mü'minler arasında tesis ettiği hainliktir ki, "Dostlar o gün birbirlerine düşmandırlar, ancak takva sa­hipleri bundan müstesnadır." (43 ez-Zuhruf, 67) ayeti bu halilliğe işaret etmektedir.

Hz. Ali, Ebu Hurayra'nm "Halilim.. ve Halilimişöyle derken işittim.." sözlerini duydu. Ebu Hurayra hakkındaki düşüncesi iyi olmadığı içindir ki ona: "Rasûlullah ne zaman senin Halilin oldu? demiştir.

Hz. Ali Rasulullahın (yukarıdaki hadiste ifade edilen) ittihaz etmediği halilliği anlamıştı. Çünkü Rasûlul­lah, halil edinseydi, bu kişi Hz. Ebubekr olacaktı. Ebu Hurayra ise, Allanın bütün mü'minler arasında tesis ettiği halilliği (dostluğu) ve yakınlığı kasdediyordu. Çünkü Rasûlullah bu cihetten, bütün mü'minlerin halili ve bütün müslümanlann velisidir.

Rasulullahın: "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. [239]hadisi de yukarıdakiler gibi an­laşılmalıdır. Rasûlullah ile mü'minler arasındaki velayet (dostluk), mü'minlerin kendi aralarındaki dostluktan daha üstündür. İşte Rasûlullah da bu dostluğu Ali'ye (RA.) tahsis etmiştir. Eğer Rasûlullah bunu kasdetmemiş olsaydı, Ali (R.A.) için, bu söz do­layısıyla bir fazilet veya bu sözün herhangi bir şeye de­lalet etmesi mevzubahs olmazdi. Çünkü zaten mü'minler birbirlerinin velileridirler. Rasûlullah da her müslümanın velisidir. Veli ile mevlâ arasında fark yoktur (manaları aynıdır.) [240]

Cenabı Hakkın: : Çünkü Allah İman edenlerin mevlâsı(yardımcısı) dır.." (47 Muhammed, 11) aye-tindeki ve Rasulullahın: "Hangi kadın, mevlâsmm (velisinin) emri olmaksızın nikah edilirse, onun nika­hı batıldır, batıldır[241]hadisindeki mevlâ kelime­leri, velî manasmdadır.

İşte bunlar, en-Nazzamm iddialarıdır. Onlarıaçıklayıp, cevaplandırdık.

Bir de onun, Kur'an ile tenakuz hâlinde olan ha­disler bulunduğuna, yine akli delillere dayanarak çir­kin olup kabul etmediği hadisler bulunduğuna, akli delillerin bazan hadisleri neshedebileceğine, birbirini nakzeden hadislerin bulunduğuna dair iddiaları var dır ki bunları inşaallah ileride ele alacağız. [242]


EBÛ MÜHAMMED: Gelelim Ebu'l-Huzeyl el-Al-lafın (135-235) [243]sözlerine... Görüyoruz ki, o da yalancının ve iftiracının biridir. Onun görüşlerinin ta­raftarlarından birisi anlattı ki o, Muhammed b. Cehm'in (?-?)[244]yanında iken şöyle demiştir: "Ey Ebu Cafer... Benim ellerim kazanç hususunda ma­hirdir. Fakat sadaka vermekte beceriksizdir. Yüzbin-lerce dirhemi ihvana dağıttım. Fulan bunu bilir. Allah hakkı için ey fulan sana soruyorum, sen bunu biliyor-musun?" Ben de: 'Ta Eba'l-Huzeyl, söylediklerinin doğruluğunda hiçşüphe yok." dedim. (Bu sözü söyle­yen devam ederek:) el-Huzeyl benim orada bulun­mamla yetinmedi, benim şehadette bulunmamı iste­di. Onunla da yetinmedi, benden yemin etmemi talep etti, demiştir.

Yine Ebu'l-Huzeyl, Muveys b. İmran'a [245]bir tavuk hediye etmiş ve tavuğu herşeye mesel yapma­ya, onu tarih olarak kabul etmeye başlamıştır. Artık, "şu işi, sana o tavuğu hediye etmeden önce yapmış­tım, şu işi de, o tavuğu verdikten sonra yaptım..." di­yordu.Besili bir deve görse, "Hayır vallahi, bu sana hediye ettiğim tavuk değildir" derdi.

İşte bu, ikiyüz bin dirhem şöyle dursun, on ku­ruşu bile arkadaşlarına dağıtmayan bir adamın görüş kapasitesidir.

Onun ıstıtaa[246]hususundaki hataları da nak ledilir. O, "bir işi yapan, o işi yaptığı anda başka bir fiili işlemeye kadir değildir" demiştir. Çünkü onlar failin ıstıtaa'sının fiil ile birlikte.bulunmasını ittifakla (icma ile) şart kıldılar ve dediler ki: "İnsanların birleştikleri (icma ettikleri) husus şudur ki, her fail bir fiili işler­ken, o fiili işleme gücüne sahiptir. Isütaat fiil ile bera­berdir."

Istıtaatm fiilden önce olduğunda ise ihtilafa düşmüşlerdir.

Biz, onların icma ettikleri hususta müttefikiz. Istıtaatın fiilden önce mevcud olduğunu iddia edenin ise delilini getirmesi gerekir. Bu yüzden o da bu görü­şe sığınmıştır.

İdrak mevcud olduğu halde doğru görmenin yokluğundan ve ilim mevcud olduğu halde hayatın yokluğundan soruldu. Ne aradaki farkıaçıkladı, ne de görüşünden döndü.

Yine onun iddiasına göre bulûğa eren bir kimse­nin, bulûğ anındaki ısütaası ile bir işi yapması im­kansızdır. Bu ıstıtaa ile ancak, ikinci bir halde iş ya­par.

Ona: "Peki o halde bu ıstıtaa ile ne zaman iş ya­par?ıstıtaanın selbedildiği (yok olduğu) an mı, yoksa bulûğ halinde mi? denilecek olursa, ıstıtaa selbedildi­ği an da yapması sana göre muhaldir. O halde buısü-taa ile sadece ve sadece bulûğ anında yapmıştır.

(Biraz önce geçen) "ikinci hal" hakkında hoşol­mayan sözler söylemiştir. Buna ilaveten, Cehennem­liklerin azabının, Cennetliklerinin de nimetlerinin ebedi olmayıp sona ereceğini söylemiştir[247]


Sonra Ubeydullah b. el-Hasen'e ( -168) geliyo-ruz. Kendisi Basra kadısı idi. İnsanların inkar etmiş olduğu görüşlerinin çirkinliğinden ve sözlerinin son derece çelişkili oluşundan dolayı -ki bu sözler hakika­ten çelişki denmeğe layık sözlerdir-hücuma uğramış­tır.

Onun {hücuma uğramasının) sebebi şudur. O şöyle diyordu: "Kur'an'da İhtilafa delalet vardır. Kade­ri reddedenler doğru söylemişlerdir. Bu görüş için Kur'anda bir asıl (mesned) vardır. Cebriyyenin de de­dikleri doğrudur, onların görüşleri için de, Kur'anda bir asıl vardır. Kim kaderi reddederse, doğrudur, kira Cebr görüşünü kabul ederse o da doğrudur. Çünkü bazan bir tek ayet, iki muhtelif manaya[248]delalet eder ve birbirine zıd iki manaya çekilebilir."

Birgün kendisine Mu'tezile ve Cebriyeyye'den sorulmuş: "Hepsi de isabet etmiştir. Bunlar (Mu'tezi­le) Allahı tazim edenlerdir, diğerleri (Cebriyye) ise ten­zih edenler..." demiştir. Ona göre isimler hakkında söylenilenler de böyledir. Binaenaleyh, her kim "zina eden mü'mindir" derse isabet etmiştir, her kim kafir­dir, derse o da isabet etmiştir. Bir başkası "O (zina eden) ne mü'mindir ne de kafirdir, fakat fasıktır." der­se, o da isabet etmiştir. "O ne mü'nıindir, ne fasık, o . münafiktir." diyen de doğrudur. Bir başkası: " O kafir­dir, müşrik değildir" derse o da isabet etmiştir. "Kafir ve müşriktir" diyen de isabet etmiştir. Çünkü Kur'an, bütün bu manalara delalet etmektedir.

(Ubeydullah şöyle) demiştir: Birbirinden farklı olan sünnetler de böyledir. Kur'a çekmek de caizdir, aksi de [249]Siâye[250]de caizdir, aksi de [251]Mü'minin kafire karşılık öldürülmesi de doğrudur, öldürülmemesi de [252]Fakih bu farklı görüşlerden hangisini alırsa alsın isa­bet etmiştir.

Birisi "Katil şüphesiz Cehennemdedir" dese isabet et­miş olur. Eğer "Katil Çenettedir" dese yine isabet etmişolur. Eğer bu hususta birşey söylemeyip, neticeyi Allaha havale etse yine isabet etmiş olur. Çünkü o, bu sözüyle, Allanın onu bu işte (katilin akıbeti hakkında) gaybı bil­mek mecburiyyetinde olmadığını kasdetmektedir.

(Ubeydullah), Ali'nin (4R.A), Talha ve ez-Zubeyr (R.A.) ile, bu ikisinin de Ali ile savaşması hususunda; "Bunlar, hepsi de Allaha itaat etmektedirler." derdi.

Kendisi Kelam ehlinden, kıyas ve nazar ehli birisi ol­duğu halde, onun bu söz(ler)inde, gördüğün gibi (ne ka­dar da) tenakuz ve tutarsızlık vardır!.. [253]


EBÛ MUHAMMED: Gelelim Bekriyye fırkasının kurucusu "Bekr"e. O, kelamcılann takva hususunda hali en güzel olanıdır. Biz onun: "Birisi bir hardal tohumu çal­sa, sonra da bundan tevbe etmeksizin ölse, o kimse Ce­hennemde Yahudi ve Hristiyanlarla beraberdir" dediğini görüyoruz. Halbuki Allah, dostunun haberi yok iken, onun malından yemesi için müslümana genişlik tanımıştır. Yine bah­çeye giren birisinin -alıp götürmemekşartıyla- o bahçenin mey-vasından yemesine de müsaade etmiştir. Bir yolcu, karnı aç iken bir koyuna rastlasa, onun sütünden istifade et­mesini de Allah mubah kılmıştır.

O halde nasıl olur da, hiçbir kıymeti olmayan bir hardal tohumunu alan bir adama azab olunur ve na­sıl olur da o tohum adamın cehennemde ebediyyen kalmasına sebep olur?

Bir hardal tohumunu almanın günahı ne ki, on­dan tevbe etmek icab etsin? Veya bu taneyi aldığın­dan dolayı ne gibi bir zarar[254]mevzuubahs olabi­lir?

Bazan bir adam, müslüman bir kardeşinin odunlarından, dişlerini karıştıracak kadar küçük bir parça, veyahut çamurundan biraz çamur alabilir. Onun havuzundan su içebilir. Halbuki bunlar bir hardal tohumundan daha büyüktür.

Keza Bekr, "Çocuklar acı hissetmez" derdi. Ken­disine: "Peki çocuk çimdiklenince veya kendisine acı verecek birşey olunca niçin ağlar." diye sorulduğun­da, "Bu, ancak onun ebeveynine eziyettir. Çünkü Al­lah, günahsız bir çocuğa elem ve acı vermeyecek ka­dar adaletlidir" derdi. "Günahı olmadığı halde hay­vanların acı çekmesine ne dersin?" denildiğinde, "Al­lah onu ancak Adem oğlunun faydası için demlendi­rir. Hayvanın acı çekmesi, Adem oğlunun ihtiyaç anında onlarıgütmesine, durdurup koşturmasına yarar" derdi.

Bir başkasının menfaati için Allah'ın hayvana acıçektirmesi, ona göre adalet idi. Belki bu dediğinin aksini söylemiştir de, ondan rivayette bulunanlar ka­rıştırmışlardır.

(Bekr) "tulumdaki sert nebiz (üzüm ve hurma suyundan yapılan bir nevi içkijden içmek sünetten-dir, keza oğlak yemek, mestlere meshetmek de sün­nettendir" derdi.

Halbuki sünnet yiyecek ve içecek şeylerde değil, ancak dini hususlarda mevzuubahs olur. Eğer bir adam ömrü boyunca, Rasulullah yediği halde, karpu­zu hurma ile yemese, veya Rasulullah kabak sevdiği halde kabak yemese, bu adam için "sünneti terketti" denemez. [255]


EBÛ MUHAMMED: Sonra Hişam b. el-Hakem'e (Ö. 148/765) geliyoruz. Onun da aşın bir râfızî oldu­ğunu görüyoruz.

Hişam, Allah'ın kenarı ve hududu (sınırı) oldu­ğunu (boyunun) şu kadar karış olduğunu ve buna benzer, Kelamcılara aşikar olan anlatılması güç [256]pekçok şeyler söylemiştir.

Sünnet mezhebi mensublanndan (seleften) da­ha şiddetli bir cebr anlayışına sahib idi.

Birisi ona: "Zannediyor musun ki Allah, re'feti, rahmeti, hikmeti ve adaletiyle beraber, bizi emirleriy­le mükellef kılsın da sonra bizim onu yapmamıza ma­ni olsun ve sonra da bunu yapmadığımızdan dolayıbize azab etsin?" demiş, o da cevaben: "-Vallahi- şüp­hesiz Allah böyle yaptı. Lakin biz bunu söyleyemiyo-ruz," demiştir.

Bir adam ona: "Ey Eba Muhammed, Ali'nin Fe-dek [257]arazisi hakkında Ebubekre gidip Abbas'ı (R.A.) dava ettiğini biliyor musun? [258]dedi. O da, evet dedi. Adam tekrar: "Hangisi zalim idi?" deyince, İkisi de zalim değildi." dedi. Bunun üzerine adam: "Subhanallah... Bu nasıl olur?" dedi.'O da: "Bu ikisi (Ali ve Abbas), Davud' a (A.S.) .gidip davacı olan iki ha­sım melek gibidir. Bu meleklerinin ikisi de zalim değil idi. Bunlar ancak, Davud'a (A.S.) hatasını ve zulmü­nü haber vermek istediler,[259]Ali ile Abbas da Ebu-bekr'e hatasını bildirmek istediler" dedi.

Kelamcılann onun hatası olarak kabul ettikleri sözlerinden biri de: "Allah çakıl taşını -ağırlığı, genişli ği, uzunluğu ve derinliği ile- bir dağ haline çevirebilir. Yerde bir parmak yer kaplarken, onu yerde bir fersah yer kaplar hale getirebilir. Bunu da (dağın) cisim ve arazlarından (sıfatlarından) eksiltip arttırmaksızın, yapabilir." sözüdür. [260]


EBÛ MUHAMMED: Sonra Sumame'ye ( -213/828) geliyoruz. Onun da dininin zayıf olduğunu, İslama noksanlık isnad edip İslam ile alay ettiğini, Al-lahı tanıyıp ona iman eden hiçbir kimsenin söyleye-miyeceği şekilde İslam'a dil uzattığını görüyoruz.

Yine onun herkesçe malum meşhur bir sözü nakledilir: Bir gün Cuma namazını kaçırma korku­suyla mescide doğru koşuşan bir grubu görür ve: "Şu öküzlere, şu eşeklere bakınız" der. Sonra adamların­dan birine: "Şu arab [261]Hz. Muhammed'i (S.A.V.) kasdediyor- insanlara neler yaptı.." der. [262]


EBÛ MUHAMMED: Sonra da Muhammed b. el-Cehm el-Bermeki'ye geliyoruz. Onun mushafı (Kur'anı),Aristo'nun, kevn ve fesad, ve mantığın tarif­leri hakkındaki kitapları idi. Ömrünü bunlarla geçi­rir, fakat bir ay ramazan orucunu tutmazdı. Çünkü-denildiğine göre- oruç tutmaya gücü yokmuş..!

(el-Bermeki) şöyle derdi: "Hiçbir kimse, birisine yaptığı birşeyden veya bir iyilikten dolayı teşekküre müstehak değildir. Çünkü bu iyiliği yapan, Allahtan bir sevab ummaktan hâlî değildir. Bu takdirde ise, kendi nefsini düşünmüş olur. Yahud yaptığı işi karşı­lığını umarak haz ve zevkine çalışmışve kendisine yardım etmiş olur. Ve­ya o kimseye merhameten veya kalbinin yufkalığın­dan ötürü iyilik eder. Ama bu takdirde, bu iyiliği ile ancak kendi rahatsızlığını teskin etmiş ve bununla hastalığını tedavi etmiş olur."

Bu sözler, Rasulullahm: "İnsanlara şükür (te­şekkür) etmeyen, Allaha da şükretmemiş olur.[263]hadisine aykırıdır.

Kelamcılardan biri, el-Bermeki'nin vefatı anın­da vasiyette bulunduğunu ve şöyle dediğini anlatır: Rasûlullah "Evet, üçtebir kafidir. Uçtebir de (madununa nisbetle) çoktur. [264]demiştir. Ben ise derim ki, "üçtebir'in üçtebiri de çoktur. Miskinlerin hakları beytü'l-mal'dedir. Eğer adam gibi (çalışarak) isterlerse alırlar. Fakat kadınlar gibi (çalışmayıp) otu-rurlarsa bundan mahrum kalırlar. Kim onlara mer hamet ederse, Allah o kimseye merhamet etmesin."

EBÛ MUHAMMED: Onunla beraber yolculuk eden bir adam bana rivayet etti ki; Birgün, el-Berme-kinin hayvanı ürküp kaçınca şöyle demiş: "Rasulul-lah, hayvana ayağı sürçünce vurunuz, kaçınca vur­mayınız." [265]demiştir. Ben ise, ne tökezleyince ne de kaçınca vurun derim."

EBÛ MUHAMMED: Rasulullahın bu hadisi söy­lediği sahih midir, değil midir? bilmiyorum. Bu ancak el-Bermeki'den rivayet edilen birşeydir ki, o da bunda hata etmiştir.

Doğru olan birinci söylenen (tökezleyince vurul-masıjdır. Çünkü hayvan, bir kuyu (veya nehir)den ve­ya binicisinin görmediği herhangi birşeyden korkar ve binicisini düşürür ki bunun sonucunda helak ol­mak vardır.

Rasulullahın, hayvanın kaçmasından dolayı dövülmesini yasaklamasının, tökezlenince vurulma­sını emretmesinin sebebi, tökezlenince (vurulmak suretiyle) hayvanın gayret etmesi ve tökezlememesi içindir. Çünkü tökezleme çoğu zaman hayvanın gev­şekliğinden meydana gelir. [266]


EBÛ MUHAMMED: Re'y ehline gelince, onlar da diğerleri gibi ihtilaf içersindedirler. Önce kıyas yapar­lar, sonra kıyası bırakıp istihsana başvururlar. Bir meselede bir görüş ileri sürüp ona göre hüküm verir­ler, sonra da o hükümlerinden dönerler.

Bana Seni b. Muhammed tahdis etti ve dedi: Bize el-Asmaî, Hammad b. Zeyd'den tahdis etti, (Ham-mad) dedi: Yahya b. Mihnaf ıişittim şöyle diyordu: "Maşnk ehlinden (Doğudan) bir adam, bir sene evvel Mekke'de kendisine verdiği bir yazı ile Ebu Hanife'ye (80-150) geldi. Sormuşolduğu şeyi ona (tekrar) arzet-ti. Ebu Hanife de vermiş olduğu bu hükümden tama­men döndü. Bunun üzerine adam başına toprak sa­çarak şöyle dedi: "Ey insanlar geçen sene bu adama geldim, bana şu yazdığı şekilde fetva verdi.Ben de bu fetvaya dayanarak, pekçok kan akıttım, pekçok kim­seyi (bu fetvaya dayanarak) evlendirdim. Bu sene de kalkmış dediğinden dönüyor...!"

Bana Sehl b. Muhammed tahdis etti. Ona da el-Muhtar b. Amr haber vermiş ki, bir adam Ebu Hani­fe'ye (80-150) {yukarıdaki mesele için) bu nasıl olur?" demiş;
Ebu Hanife: O, geçen seneki görüşüm idi. Bu se­ne ise g

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder