Rükü etmiş olur,
kim ellerini dizleri üzerine koyarsa o da rükû etmiş olur. Elleri dizler
üzerine koymak veya tatbik yapmak ise rükunun sadece ada-bındandır. Bu durumda
ihtilaf da namazın adabında olmuşolur. Ashabın kimisi (namazda, tahiyyat esnasında)
kaba yeri üzerine, kimisi yayılarak kimisi de bağdaş kurarak otururdu. Bunların
hiçbirisi de, birbirinden ayrı olmasına rağmen, namazı bozmaz.
(en-Nazzamm);
Şaki (dalâlette olan) anasının karnında iken şaki, said de anasının karnında
iken said (hidayette) olandır"[214]hadisi
dolayısıyla İbnu Mes'ud'u yalancılıkla itham etmesine gelince; İbnu Mes'ûd'un,
böyle meşhur ve yüce bir hadis ile Rasu-lullah'a yalan isnad etmesi nasıl caiz
olabilir? O: Bana sadık ve masduk olan (Rasulullah) haber verdi" diyor da,
pekçok sayıda Ashab mevcud olduğu halde niçin hiçbiri onun bu sözünü inkar etmiyor?
[215]
Hem ne için
ve ne gaye ile Rasulullaha yalan isnad etsin ki? Bu ona ne bir fayda getirir,
ne onu bir zarardan korur, ne sultan ve idarecilere yaklaşmasına vesile olur,
ne de bununla malı artar... Onun bu riva yetini destekleyen pekçok kimsenin
rivayeti varken nasıl olur da yalan söylemiş olur? Bu rivayet sahiple-' rinden
birisi de Ebu Umame'dir ki, Rasulullahtan şu hadisi rivayet etmiştir:
"Saadetin (hidâyetin) iman eden ve takva sahibi olanlara,şekavetin
(dalaletin) de, (dini) yalanlayan ve (dine) küfredenlere takdir olunduğuna
dair. Allah'ın ilmi sebkat etmiş (ezeli ilimde takdir edilmiş), (kaderi yazan)
kalemin mürekkebi kurumuş ve kader tamamlanmıştır. (Artık hiçbir şey kaderi
değiştiremez.) Bu Kur'an'ın ve peygamberlerin şehadetiyle sabittir.[216]
Allahu Taala
da şöyle buyurmuştur: "Ey Âdem oğlu, sen, benim dilememle var oldun.
Nefsin için dilediğini dileyen sensin. Benim irademle var oldun. Nefsin için
istediğini isteyen sensin. Benim lütuf ve rahmetim ile farzlarımı yerine
getirdin ve benim nimetim ile bana karşı günah işledin."
İşte el-Fadl
b. el-Abbas b. Abdulmuttalib, o da Rasulullahın kendisine: "Ey çocuğum,
Allahı(n hakkını) gözet ki Allah da seni korusun. O'na tevekkül et ki O'nu
önünde (heryerde kendine yardımcı)bulasın. Rahat anlarında kendini O'na tanıt
ki, O da sana darlık ve sıkıntıanlarında yardım etsin. Şunu bilesin ki, sana
isabet edecek olan şaşacak (ve başkasına isabet edecek) değildir. Sana
gelmeyecek olan da asla sana dokunmaz. Çünkü kalem, kıyamete kadar olacak
şeyleri yazmıştır"[217]dediğini
rivayet etmiştir.
O halde İbnu
Mes'ud, Kur'an'm kendisini desteklediği bir hususta nasıl yalancılıkla itham
olunabilir? Allahu Taala: "İşte Allah, böyle (zalim) kimseleri sevmeyen
bir kavmin kalplerine imanı yazmış ve kendilerini yüce katından bir rahmet ile
kuv vetlendirmiştir." (58, el-Mucalede, 22) buyurmuştur. "...
kalplerine imanı yazmış" yani onların kalpleri ne imanıyerleştirmiştir.
Rahmeti hakkında da Ce-nab-ı Hakk: "Onu (rahmetimi) küfürden sakınanlara
ve zekatı verenlere yazacağım" (7 el-A'raf, 156) buyurmuştur,
"...yazacağım" yani, onlara has kılacağım, demektir. Allah kimin
kalbine imanı yerleştir-mişse, muhakkak ki onun saadetine hükmetmişdemektir.
Yine Allah
azze ve celle Rasulüne şöyle buyurmuştur: "Doğrusu sen istediğini
hidayete eriştire-mezsin. Fakat Allah dilediği kimseye hidayet verir."
(28 el-Kasas, 56) . Bu ayetin manasının: "Sen istediğine
"hâdî=hidayette olan" ismini veremezsin, fakat Allah dilediğine
"hâdî" ismini verir." şeklinde olması caiz değildir. Yine:
"Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir." (16
en-Nahl, 93) buyurduğu gibi: "Böylece Fir'avn, kavmini sapıkhğ a
sürükledi, hidayete götürmedi" (20 Ta-ha, 79) buyurmuştur. Burada
Fir'av'nm kavmine ne "sapıtan-lar" ismini vermesi, ne de
"hidayete erenler" ismini vermesi düşünülemez. Keza "Allah kime
hidayet etmeyi dilerse* İslama onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her
kimi de sapıkhkta bırakmak isterse, onun kalbini göğe çıkıyormuşcasma daraltır,
sıkıştırır." (6 el-En'am, 125) ve "Eğer dilesey-dik, herkese
hidayetini verirdik. Fakat benden şu söz gerçekleşti: "Muhakkak ki
Cehennemi, bütün (kafir olan) cinlerle insanlardan dolduracağım" (32
es-Secde, 13) buyurmuştur. Bunların benzeri, Kur'an ve Hadls'te pek çoktur.
Bizim burada
maksadımız Kaderiyye aleyhine delil getirmek olmadığı için onları reddeden
şeyleri, onların tevillerinin fasid (bozuk) ve muhal olduğunu zikretmeyeceğiz.
Zira ben bunları başka bir yerde, Kur*an ile ilgili olarak yazdığım eserlerimde
anlattım.
Gerek
Cahiliyye'de, gerekse İslam'da Arapların kendisini desteklediği bir hususta
İbnu Mes'ud nasıl
yalanlanabilir..?
Nitekim bazı recez şairleri şöyle demişlerdir:
"Ey
içinde endişe gizleyen kimse, endişelenme...
Eğer sana
sıtma takdir olunmuşsa muhakkak yakalanırsın.
Dağın
zirvesine yükselsen bile. ..
Kalem bunu
yazdıysa, bundan nasıl kaçabilirsin?
Bir diğer
şair şöyle der:
Kader bu...
Beni ister ayıpla, ister ayıplama...
Ben hata
etmiş olsam bile, kader hata etmez.
Leb id de
şöyle demiştir:
Şüphesiz
Rabbimizden ittika etmek en hayırlıganimetttir.
Acelem de
gecikmem de, Allanın emriyledir.
Kimi doğru
yola iletirse o, huzur içersinde hidayete erer ve kimi dilerse saptırır.
el-Farazdak
şöyle demektedir:
Kusa'i
nedametiyle nadim oldum.
"Navar"
benden boşanarak gittiğinde..
O bir cennet
idi, çıktım oradan,
Âdem gibi
ki, o zaman onu, şeytan çıkarmıştı oradan.
Eğer onu
ellerimle tutsaydım ve nefsim onu sevşeydi,
O takdirde
kader karşısında ihtiyarım olurdu. [218]
en-Nabiğa
ise şöyle diyor:
Bir kişi
istediğine ermiş değildir. Eğer o (kaderde) yazılmamışsa...
Artık, Allah'ın
kitabları kendisini destekleyen İbnu Mes'ud, nasıl yalancılıkla suçlanabilir?
İşte Vehb b.
Munebbih (34-114, 6) [219]diyor
kt: "Allanın (mukaddes) kitaplarından yetmişiki kitap okudum. Yirmi ikisi
batın, ellisi zahir ile ilgili idi. Bütün bu kitaplarda gördüm ki, kim birşeyi
kendi gücüyle yaptığını iddia ederse, küfre girmiş olur."
İşte Tevrat
da şöyle demektedir: "Allah Musa'ya; "Fir'avn'a git ve.ona, benim
Bekr'im (ilk seçtiklerim) olan Beni Israili-bana hamd etmeleri, beni temcid ve
takdis etmeleri için- Kenan'dan Arz-ımukaddese bana göndermesini söyle. Git ve
ona bildir M, (eğer dediğimi yapmazsa) Ben onun kalbini taş gibi yaparım da,
hiçbir şey yapamaz (veya bir rivayette, hiçbir şey anlayamaz). [220]
EBÛ
MUHAMMED: Benim "Bekr'im" demek yani, onlar (Beni İsrail) benim için,
bir adamın ilk evladı menzilesindedir demektir. "O bekrimdir" yani,
ilk seçtiklerim, demektir.
Hammad
(er-Raviye) [221]MukatiTden
( -150) [222]şöyle
rivayet etmiştir: (Mukatil) dedi ki: "Amr b. Faid bana: Allah, birşeyi
istemediği halde onu emreder mi?" dedi.
Ben: Evet
emreder. Çünkü İbrahim'e (A.S.) oğlunu kurban etmesini emretti. Fakat bunu
yapmasına istemiyordu" dedim. O, sadece bir rüya idî." dedi.
Ben:
"Sen (İsmail'in), "Ey babacığım, emrolun-duğun şeyi yerine
getir." dediğini duymadın mı? dedim,"
Ve işte,
Arapların dışındaki bütün milletler. Onlar da Kaderin varlığını kabul
ediyorlar. (Bu milletlerden) Hindliler "Kelile ve Dimne" de -ki
onların kadim kitaplarının en esaslılanndandır- diyorlar ki:" Kadere yakin
(en inanmak), işinde kararlı ve azimli olan bir , kimsenin, tehlikelerden
korunmasına mani değildir. Hiç kimse, kendisi için gayb olan kaderini bilmekle
mükellef değildir. Ona gereken temkin ve azimle çalışmaktır.[223]
EBÛ
MUHAMMED:Biz de
kaderi tasdik etmekle beraber, azmedip çalışılması (gerektiği)ni kabul ederiz.
EBÛ MUHAMMED; Yine, Acemlerin kitaplarında
okuduğuma göre Hürmüz'e "Firuz'u el-Heyatıle[224]kavmi
üzerine göndermesinin, sonra da (Firu-zun) onlara karşı sözünde durmamasının
sebebi nedir?" diye sorulunca (Hürmüz) şöyle demiştir: "Kullar,
kendilerinin dahli olmayan, ne Üeri ne de geri kaçamı-yacaklan bir hususta,
Rabbimizin kaderinden ve me-şietinden (dilemesinden) kaçıyorlar. Bizim bu hususta
anlattıklarımızı bilmek isteyen bir kimse, bu sorusu ile sadece, bu iş
(savaşve gadre uğrama) kendisinin başına gelen kimsenin üzerinde cereyan eden
kaderin, kendisiyle cari olduğu illeti (sebebi) sormakta dır.Zahiri sebep
insanların dillerinde dolaşan "fulan ne yapü?" sözünden kasdedilen
gözle görülen (zahiri) sebeptir. Aslında insanlar bu sözleriyle, "Ona ne
yapıldı?"veya "Onun ellerinde ne cereyan etti?" demeyi
kasdederler.
Fulan öldü,
fulan yaşadı sözleri de böyledir. İnsanlar bu sözleriyle ancak, o kimseye, o
işin (Allah tarafından) yapıldığınıkasdetmektedirler. Onun (bana sormuş
olduğu) sorusundan kasdettiği de budur. Ar tık kim bu noktadan (kader
noktasından) öteye geçmek isterse bu hususta ona cahillik (bilgisizlik)
yakı-şır.Bu vak'ada vuku bulan şeyleri, kadere yüklememiz, onu (Firuzu) ma'zur
göstermek, onun yaptıklarını tasvib etmek veya mahlukat üzerine takdir edilen
şeylerin onun tesiriyle olduğunu inkar etmek için değildir. Eğer sıkıntıları
defetmeye, iyi şeyleri celbetme-ye (kulun) gücü yetmiyorsa, bu Allahm
adaletinin mahlukatı-için kesinlikle takdir ettiği ve bizim meçhulümüz olan,
azab ve sevab verilmesini gerektiren sebeptir."
İbnu
Mes'ud'un yalancılıkla itham olunduğu son hadisine gelince: İbnu Mes'ud
Hindliler (=ez-Zutt) dan birtakım kimseler gördüğünü, onların Cin gecesi
gördüğü cinlere çok benzediğini söyleyince, kendisine: "Sen Cin gecesi
Rasulullah ile beraber mi. idin?" denildiğinde, o: "O gece Hz.
Peygamberin yanında biz-
den hiç
kimse yoktu." demiştir. Halbuki ilk^hadiste, kendisinin o gece orada
bulunduğunu söylemiş, diğerinde de bunu inkar etmiştir. Bu iki, haberin İbnu
Mes'ud'dan rivayet edilmesi nasıl doğru olabilir? Halbuki o, parlak bir
anlayışa, emsallerini geçen bir ilme sahip olmuş, sünnette de, ilmin
kendilerinde son bulduğu ve ümmetin onlara uyduğu Ashab'ın önde gelenlerini
geçmiş, Rasulullah ile hususi münasebet peyda etmişve onun yanında iyi bir
mevki kazanmıştır.
Onun yalan
söylemesi nasıl mümkün olur ki, bugün bulundum desin, ertesi gün bulunmadım desin...
Eğer düşmanı ona bir kötülük yapmaya gayret sarfetse, onun kendi kendine ettiği
bu kötülükten daha fazlasını yapamaz. Veya onda delilik, bunaklık veya akli
bir dengesizlik olsaydı, yine de kendini bundan fazlası ile kötüleyemezdi.
Hadisçiler
bu ez-Zutt (=Hlnd liler) hadisini ve cin gecesi İbnu Mes'ûdun Rasulullahla
beraber olduğunu kabul etmemektedirler. Hadislerin sağlamını, çürüğünü
ayırmada bizim önderlerimiz onlardır. Çünkü onlar bu ilmin ehli ve bu işe itina
gösteren kimselerdir. Her mesleği ve sanatıda en iyi şekilde, o mesleğin erbabı
bilir.
Şu kadar ki
biz, bu iki haberden birisinin batıl olduğundan şüphe etmiyoruz. Çünkü Abdullah
b. Mes'ûdun (R.A.) kendisinin yalan söylediğini insanlara haber vermesi ve
onların nazanndaki itibarını düşürmesi düşünülemez. Eğer böyle olsaydı o zaman
ona: "Niçin dün, orada bulunduğunu söyledin?" denilirdi. Eğer mesele
Hadisçilerin (Ashabu'l-Hadis) dediği gibi ise birinci haberin sakıt [225]olmasıgerekir.
Fakat her iki hadis de sahih ise, o zaman bana kalırsa, ikinci haberi nakleden,
bu haberden bir kelime düşürmüştür. Bu kelime de "benden başkası"
kelimesidir. Ona "Sen Peygamber (S.A.V.) ile Cin gecesi beraber mi
idin?" denilince, "O gece benden başka, bizden hiç kimse
bulunmadı?" demiş olması (ihtimali) dediğimizin doğruluğunu gösterir.
Ravi, "Benden başka" kelimesinden, ya işitmediği için ya da işitip de
unuttuğu veya ondan nakleden ravi iskat ettiği için gafil olmuş olabilir. Bu
ve buna benzer şeyler bazen vuku bulabilir, pek güvenilmez...
Bizim
sözümüz {ün doğruluğunla delalet eden husulardan birisi de, ona: "Sen cin
gecesi Rasulullah ile beraber mi idin?" denilince: "Bizden hiç kimse
yoktu" demesidir. Bu ise "Sen orada mı idin?" sualinin cevabı
olamaz. Bu ancak "Siz Cin gecesi Rasulullah ile beraber mi idiniz?"
sualini sorana bir cevab teşkil edebilir. Binaenaleyh, sual soranın suali:
"Sen Cin gecesi Rasulullah ile beraber mi idin?" şeklinde olursa,
cevabın: "O gece benden başka bizden hiç kimse yoktu" şeklinde
olması uygun olur ve İbnu Mes'ud'un evvelki *sÖzü de bizim bu dediğimizi te'yid
etmektedir.
(en-Nazzam'm)
Huzeyfe'den (RA.) naklettiği şeye gelince: Güya Huzeyfe (RA.) Osman (RA.)
aleyhinde söylediği pekçok şey hakkında, onlan söylemediği-. ne dair ona yemin
etmiş. Halbuki onun bunlarısöylediğini işiten varmış ve bu durum kendisine
söylenince: "Ben-dinimin tamamının gitmesinden korkarak-bir kısmını,
diğer bir kısmıkarşılığında satın alı(p kurtarıyorum." demiştir.
Huzeyfe'nin
mazereti veya haklı olduğu bir nokta olup olmadığı araştırılmadan, bir hadis
nasıl bu kadar çirkin bir şekilde yorumlanabilir...? Evet Huzeyfe (RA)
mazeretini açıklamıştır ve buda onun : "Dinimin bir kısmını diğer bir
kısmı karşılığında satın alı(p kurtarıyorum." sözünden anlaşılmaktadır. .
(en-Nazzam)
Huzeyfe'nin sözünü iyice anlamadı mı? Hiç düşünmedi mi, onun ne söylediğini?
Bilakis (anlamasına anladı. Fakat) Rasulullahın Ashabına olan düşmanlığı ve
onlara olan amansız kini, onu düşünmekten alıkoymuştur.
İnsanın
heva(y-ı nef)si, nasıl insanı kör ve sağır ederse, buğz (nefret) ve düşmanlık
da öylece insanı kör ve sağır eder.Bil ki-Allah sana rahmet etsin- yalan
söylemek ve yeminini bozmak, bazı hallerde kişi için en uygun iş olur. Doğru
sözlülük ve yeminine sada-kattan daha çok Allah (m nzasın)a yakın olur.
Düşün bir
kere, bir adam zalim bir sultan görse, kudretli ve kahredici bir sultani Bir
müslümanın veya zımminin kanını haksız yere dökmek istiyor veya onun ailesinin
ırzına göz dikmiş. Veya onun evini yakacak. Eğer o kimse kendini kurtaracak
bir yalan söylerse, veya yalan yere yemin ederse, Allah katında se-vab
kazanır, kullar tarafından da kendisine teşekkür edilir.
Yine bir
adam sıla-i rahim yapmamaya, zekat vermemeye yemin etse, sonra da fakihlerden
fetva istese, onların hepsi de onun yeminine uymamasına fetva verirler. Allahu
Teala da: "Allah'a yaptığınız yeminleri; iyilik yapmanıza, günahtan
sakınmanıza ve İnsanların arasını düzeltmenize engel yapmayın." (2
el-Bakara, 224) buyurmaktadır. Yani Allaha yemin etmişolmayı, sizi hayır
işlemekten meneden bir engel haline koymayın. Böyle yemin edince onu yerine
getirmeyin, fakat kefaret verip hayırlı olan şeyi \ yapın .demektir.
Keza
Rasulullah da şöyle buyurmuştur: "Kim birşeye yemin eder de, yeminini
bozmanın hayırlı J olduğunu görürse, kefaret versin ve hayırlı olanı yapsın.[226]
Harpte
-çünkü harb bir hiledir- , insanların arsınıdüzeltmekte ve bir kimsenin
karısını razı etmeye çalışmasında da yalan söylemek caizdir.
Yine, eğer
zulme uğrayacaksa veya nefsinin zarar görmesinden korkarsa, o kimseye tevriye
için de ruhsat tanınmıştır. Tevriye ise, kendisinden yemin etmesini isteyen
kimsenin düşündüğünden, başka bir şeye niyet etmektir.Mesela, birisi eli darda
olan bir kimseden -Allah borcun ertelenmesini alacaklıya emrettiği halde-
hakim huzurunda, ondan alacağı olduğuna yemin etmesini ister. Mali sıkıntıda
olan bu kimse de, hapse düşmekten korkarakşöyle der: "Vallahi bunun bende
hiçbir alacağı yoktur." içinden de ilave eder: "bugün" .Yahud
"Vallahi" der, kasdettiği ise lehv (oyun, eğlence) fiilinin ismi
faili olan el-Lahî (oyna-yan)dır. Yalnız "vallahi"nm sonundaki (y
harfini söylemez ve hazfettiği (y) harfine delalet etmesi için kesreyi olduğu
gibi bırakır. Nitekim Kur'an'da da (hazfe misal olarak) Allahu Taala: 'Ya
ibadi'llezine âmenû" "yevme yed'u'ddâi" ve
"yunâdi'l-munâdi" buyurmaktadır.[227]
Yahut
"malik olduğum herşey sadakadır." der, bununla "asla malik
olamayacağı şeyleri" kasdeder[228]
Yine bir
adam, bir kimseye "şu evin kapısından
çıkmayacağım11
diye yemin ettirir. Bu ise ona zulümdür. O da kapıdan çıkmış olmamak için
duvara tırmanır ve çıkar. Aslında yemin ettiren, ne şekilde olursa olsun, onun
evden çıkmamasını kasdetmiştir. İştebunlar ve benzerleri hep tevriyeye birer
misaldir.
Maarid'e
(üstü kapalı söz söylemeğe) de ruhsat verilmiştir. Bunda yalandan kurtuluş
vardır [229]denilmiştir.
tbrahimu'l-Halil (A.S.)in, karısı hakkında: "O, kardeşimdir" sözü de
üstü kapalı sözlerdendir. Halbuki İbrahim (A.S.) bu sözü söylerken mü'minle-rin
kardeş olduğunu kasdederek söylemiştir. [230]Yineİbrahim (A.S.): "Belki onların şu büyüğü bunu
yapmıştır. Sorun bakalım onlara, eğer söylerlerse." (21 el-Enbiya, 63)
sözünden de "Eğer konuşursa şu büyükleri yaptı" manasını
kasdetmiştir. Yani konuşmayı, o işin yapılması için şart kılmıştır. O da konuşmadığına
göre, o (put) yapmadıdemektir.
Keza
(İbrahim'in): "Ben hastayım" (37 es-Saf-fat, 89} sözünden kasdı,
ileride hasta olacağım de- . mektir. Çünkü ölüm ve yok olmak kime yazıldıysa, o
kimse mutlaka, hasta olacaktır demektir. [231]
Keza Allah
Peygamberine: "(Ey Rasûlüm) elbette sen ölüsün ve elbette o kâfirler de
ölüdürler." (39 ez-Zumer, 30) buyurmuşun Halbuki o vakitte Ra-sulullah ölü
değildi. Allah bu ayette: "Muhakkak ki sen öleceksin, onlar da
ölecekler", demek istemiştir.
(en-Nazzam)
yukarıda zikredilen hususlardan hangisini, Huzeyfe için bir mazeret olarak
aramaya çalışmıştır... Huzeyfe: "Ben dinimin bir kısmını, diğer bir kısmı
ile sahn alı(p kurtarıyorum." sözü ile , ken dişinin kurtuluş noktasına
işaret etmiştir. Eğer onun mazeretinin nerede olduğunu bilmek istersen, sana
bazı misaller vereyim.
Mesela:
Haricilerden bir adam Rafızilerden birine rastlar ve ona, rYa Osman ve Ali'den
teberri edersin yoksa seni -Allaha andolsun- öldürmeden bırakmam" der.
Rafızi de: "Vallahi ben Aliden ve Osmandan beriyim. (Ene vallahi min
'Aliyyin ve.min Usmâne ber-îun)" der ve kurtulur. Burada "Ben
Aliden(im) " (ene vallahi min Ali) sözü ile kendisinin Ali taraftarlarından
olduğunu, "ve Osmandan beriyim(ve min Usmâne berîun)" sözü ile de
sadece Osmandan beri olduğunu söylemiş olmaktadır.
Yine
sultanın adamlarından biri, sultana buğ-zetmek ve sövmekle itham ettiği birine,
sultanın adamlarının giydiği siyah elbiseden sormuş, adam da: "Vallahi nur
siyahtadır" demiş ve sultanın adamından kurtulmuştur. Halbuki, o, bu sözü
ile "Gözlerin nuru (görme kuvveti) gözbebeklerinin siyah
kıs-mındadır" demek istemiş ve böylece yemini ile ne günahkar olmuş, ne
de yeminini bozmuştur.
Hz. Ali
(R.A.) bir hutbesinde: "Cennete ancak Osmanın katili girecek olsa, ben
Cennete girmem. Cehenneme de, ancak Osmanın katili girecek olsa, ben Cehenneme
de girmem" deyince, kendisine: "Ey mü'minlerin emiri, ne yaptınız?
İnsanları bölük pörçük ettiniz" denildi. Bunun üzerine tekrar onlara
hi-tab ederek şöyle dedi: "Siz Osmanın öldürülmesi hususunda aleyhimde
pekçok laf ettiniz. İyi biliniz ki, onu Allah öldürdü ve ben de onunla
beraberim". İnsanlarda sandılar ki Ali, Allahın Osmanı öldürmesi ile
beraber Osmanı öldürmüştür. Halbuki Ali (R.A.) OsmanıAllahın öldürdüğünü ve
kendisini de birgün onun gibi öldüreceğini kasdediyordu.
Yine bir
başka misal: Kadı Şurayh ( -80) [232]
Ziyad
(b.Ebih)[233]in
vefatı ile neticelenen, hastalığı esnasında huzuruna girdi. Oradan çıkınca
Mesruk [234]adam
gönderip, ona emiri ne vaziyette bıraktın, diye sordu. Kadı Şurayh da:
"Emreder ve nehyeder bir halde bıraktım" dedi. Mesruk: "Şurayh,
sözü zor anlaşılır bir adamdır, ona tekrar sorun" dedi. (Tekrar Şurayh'a
sorulduğunda): "Onu, vasıyyetini emreder ve kendisine ağlanılmasmı
nehyeder (meneder) bir halde bıraktım" dedi.
Şurayh'a
oğlunu sormuşlardı. Oğlu ise (henüz) vefat etmişti. Dediler ki: "Ey Eba
Umeyye... hastamız nasıl sabahladı?" O da: "Şimdi ağnsı dindi,
ailesinin beklediği de buydu" dedi. Yani, ailesi onun Allah katındaki
sevabını bekler, umar demek istemiştir( ve bununla oğlunun öldüğünü ifade etmiş)
tir.
Misaller
bizim bitiremiyeceğimiz kadar çoktur.
Huzeyfenin
(R.A.) Osmana söylemiş olduğu sözü ve ettiği yemini de tevriyeden hali
değildir. Onun-sözü(nün tamamı) nakledilmedi ki[235]tevil
edelim; çünkü onun nakledilen sözü mücmel (kapalı) dir.
Huzeyfe için
sana bir misal verelim: Huzeyfe sankişöyle söylemiş gibidir: "İnsanlar
öfke anında bildikleri en kötü şeyleri, hoşnutluk anında da bildikleri en
güzel şeyleri söylerler."
"Osman
(R.A.) iki dostuna (Ebubekr ve Ömer)muhalefet ederek, işleri yerli yerinde
yapmadı.Asha-bıyla müşavere etmedi ve mallan hakkı olmayanlara dağıttı" bu
ve benzeri şeyler söylemiş, bir jurnalci de bunları, Hz. Osmana haber
vermiştir. O da çok kötü sözler söylemiş ve ona: "Benim zalim, hain vb.
olduğumu söylediğin kulağıma geldi" demiştir. Bunun üzerine Huzeyfe,
böyle birşey söylemediğine dair yemin et miş, Osman da onun bu sözleri
söylemediğini'tasdik etmiştir. Huzeyfe yemini ile onun öfkesini yumuşatmak,
kabarmış öfkesini yatıştırmak ve onun öfkesini kendi üzerine çekmemek
istemiştir.
İmamın
(devlet reisinin) teb'asma olan öfkesi, babanın evladına, efendinin kölesine,
kocanın karısına olan öfkesi gibidir. Hattaİmamı öfkelendirmek daha büyük bir
günahtır. Huzeyfe de küçük bir günah karşılığında, ondan daha büyük bir
günahtan kurtulmuş ve: Dinimin bir kısmınıdiğer bir kısmı ile satın alı(p
kurtan) yorum" demiştir.
Hz. Ömer,
Osman, Ali ve Aişe'nin (R.A.) Hz. Ebu Hurayra'yı yalanlamalarından dolayı ona
ta'n etmesine gelince: Ebu Hurayra, üç sene kadar Rasulullah ile beraber
bulunmuş ondan pekçok hadis rivayet etmiştir. Rasulullahtan sonra daha elli
sene yaşamış ve H. 59 senesinde vefat etmiştir. Aynı sene Rasululla-hın hanımı
Ummu Seleme (R.A.) ve bu ikisinden bir sene önce de Hz. Aişe (R.A.) vefat
etmiştir..
Ebu Hurayra
(R.A.) ashabın ileri gelenlerinin ve ilk müslüman olanların pekçoğunun dahi
rivayet etmediği kadar çok sayıda hadis rivayet edince, ona karşı çıkmışlar
ve: "Sen bu kadar hadisi tek başına nasıl işittin? Bunları seninle
birlikte işiten başka kimse var mı?" diye çakışmışlardır. Hz. Aişe, ona
karşı çıkanların en serti idi. Çünkü o, Ebu Hurayra ile uzun müddet beraber
bulunmuş idi.
Ömer de aynı
şekilde, çok rivayet eden veya hüküm bildiren bir hadis nakledip de bunu
Rasulullah'tan işittiğine dair bir şahid getirefniyenlere serdavranırdı. Hz.
Ömer, Ashaba, az rivayette bulunmalarım emrederdi. Bunu insanların rivayeti
çoğaltmaması münafıkların, facirlerin ve (cahil) bedevilerin hadislere yabancı
şeyler karıştırmaması, tedlis'in (=kanşıkhk) ve uydurma rivayetlerin ortaya
çıkmaması için yapıyordu.
Ebubekr,
Zubeyr, Ebu Ubeyde, Abbas b. Abdil-muttalib gibi Ashabın ululan, Rasullah ile
olan yakınlıklarına ve onunla uzun müddet beraber bulunmalarına rağmen az
hadis rivayet ediyorlardı. Hatta Said b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl ki Cennetlik
olduğuna şehadet edilen on kişiden biridir.-gibileri hemen hemen hiç-birşey
rivayet etmemişlerdir.
Hz. Ali de:
"Ben Rasulullahtan bir hadis işitiğim zaman, Allah beni onunla dilediği
kadar faydalandırır. Birisi bana bir hadis rivayet ettiği zaman ondan (bunu
Rasulullahtan işittiğine dair) yemin etmesini isterim. Eğer yemin ederse onu
tasdik ederim. Ebubekr de bana rivayet etti (fakat) Ebubekr doğru söyler",
demiş, sonra hadisi zikretmiştir.
Ashabın
hadis rivayeti konusundaki titizlik ve sıkılığına, ve hadislerde tahrif,
fazlalık veya noksanlık vuku'a gelmesinden korkarak rivayetten çekinmelerine
bir baksana. Çünkü onlar Peygamber'i (S.A.V.) şöyle derken işitmişlerdi:
"Kim benim ağzımdan yalan söylerse, cehennemde oturacağı yeri hazırlasın.[236]
ez-Zubeyr'den
(R.A) de aynı hadis rivayet olunmuştur. Ve o: "insanların bu hadise
"kasden" kelimesini eklediklerini görüyorum. Allaha yemin ederim ki
ben, Rasulullahın "kasden" lafzınısöylediğini işitmedim"
demiştir.
Mutarrifb.Abdiilah'ın(
-95) [237]rivayetine
göre İmran b. Husayn şöyle demiştir: 'Vallahi eğer istesem, iki gün arka
arkaya hiç durmadan hadis rivayet edebilirim. Lakin beni bundan alıkoyanşudur
ki, As-habtan bazıları benim gibi hadisleri işittiler, benim gibi hadiselere
şahid oldular. Birçok hadis rivayet ediyorlar, fakat hadisler onların
dedikleri gibi değildir. Ben de onların karıştırdıkları gibi karıştırmaktan
korkuyorum. Sana şunu söyleyeyim ki, onlar hataya düşüyorlardı,fakat bunu
kasden yapmıyorlardı."
Ebu Hurayra
Ashaba: Kendisinin -Rasulullaha hizmet etmek ve (aynı zamanda) karnını doyurmak
için -Ashabın en çok Rasulullahla beraber bulunanı olduğunu, fakir olduğu ve
hiçbir şeyi olmadığını dolayısıyla kendisini Rasulullahtan alıkoyacak, çift
sürmek veya çarşıda alışveriş etmek gibi bir meşgalesi bulunmadığtm,diğer
ashabın ise, vakitlerinin çoğunu < ticaret ve mal peşinde koşmakla
geçirdiklerini .kendisinin ise Rasulullahtan hiç ayrılmadığını, bu sebeple
onların bilemediklerini öğrendiğini, onların ezberle-yemediklerini
ezberlediğini söyleyince Ashab ona tarizde bulunmayıbıraktılar.Bununla beraber
o, kendisinin işitmediği, fakat kendisi nezdinde güvenilir birinden duyduğu
bir hadisi rivayet ederek (Rasulullahtan işitmediği halde) "Rasûlullah
şöyle dedi..." der ve hadisi naklederdi. Bunu İbnu Abbas ve diğer ashab da
yapardı. Böyle yapmakta -elhamdülillah- yalancılık mevzuubahs değildir. Bu
sözü söyleyene de, bunu dinleyen, onun bu hadisi Rasulullahtan işitmediğini
bilmese bile -inşaallah- günah yoktur.
Ebu
Hurayranın "Halilim (yani Peygamber 'S.A.V.)şöyle dedi, Halilimi
işittim.." gibi sözlerine, Hz. Ali'nin "Rasûlullah ne zaman senin
Halilin oldu?" demesine gelince:
Halillik,
dostluk ve samimiyet manasına gelir ki, biri diğerinden daha değerli olmak
üzere iki derecedir. Arkadaşlık (suhba) da böyle biri diğerinden daha kıymetli
olan iki dereceye ayrılır.
Nitekim
birisi "Ebûbekr Rasulullahın sahibi fya-reni)dir." dediği zaman
Rasulullahın Ashabı ile olan sohbetini kasdetmez. Çünkü onların hepsi de sahabedir.
Bu sözde Ebubekr için ne gibi bir üstünlük olabilir? Burada kasdedilen,
Ebubekr'in, Rasulullahın en yakınıolmasından başka birşey değildir.
Rasulullahın
ashabı arasında tesis ettiğ kardeşlik (muâhât) de, Allanın "Mü'minler
ancak kardeştirler" ( 49 el-Hucurat, 10) ayetiyle, mü'minler arasında
vücud bulan kardeşlikten daha değerli ve güzeldir. İşte halillik de böyledir.
Cenab-ı Hakk'ın: "Allah İbra-îıimi dost edinmiştir." (4 en-Nisa, 125)
ayetinde ve Rasûlullahın: "Eğer bu ümmetten bir haîil edinsey-dim.
Ebubekri edinirdim.[238]hadisinde
-ki burada, onu, Allah'ın Hz. İbrahim'i dost edindiği gibi dost edinirdim
demek istemiştir- kasdedilen halillik (dostluk) hususi olan dostluktur.
Ama umumi
olan halilliğe gelince: O, Allanın mü'minler arasında tesis ettiği hainliktir
ki, "Dostlar o gün birbirlerine düşmandırlar, ancak takva sahipleri
bundan müstesnadır." (43 ez-Zuhruf, 67) ayeti bu halilliğe işaret
etmektedir.
Hz. Ali, Ebu
Hurayra'nm "Halilim.. ve Halilimişöyle derken işittim.." sözlerini
duydu. Ebu Hurayra hakkındaki düşüncesi iyi olmadığı içindir ki ona:
"Rasûlullah ne zaman senin Halilin oldu? demiştir.
Hz. Ali
Rasulullahın (yukarıdaki hadiste ifade edilen) ittihaz etmediği halilliği
anlamıştı. Çünkü Rasûlullah, halil edinseydi, bu kişi Hz. Ebubekr olacaktı.
Ebu Hurayra ise, Allanın bütün mü'minler arasında tesis ettiği halilliği
(dostluğu) ve yakınlığı kasdediyordu. Çünkü Rasûlullah bu cihetten, bütün
mü'minlerin halili ve bütün müslümanlann velisidir.
Rasulullahın:
"Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. [239]hadisi de yukarıdakiler gibi anlaşılmalıdır. Rasûlullah ile
mü'minler arasındaki velayet (dostluk), mü'minlerin kendi aralarındaki
dostluktan daha üstündür. İşte Rasûlullah da bu dostluğu Ali'ye (RA.) tahsis
etmiştir. Eğer Rasûlullah bunu kasdetmemiş olsaydı, Ali (R.A.) için, bu söz dolayısıyla
bir fazilet veya bu sözün herhangi bir şeye delalet etmesi mevzubahs olmazdi.
Çünkü zaten mü'minler birbirlerinin velileridirler. Rasûlullah da her müslümanın
velisidir. Veli ile mevlâ arasında fark yoktur (manaları aynıdır.) [240]
Cenabı
Hakkın: : Çünkü Allah İman edenlerin mevlâsı(yardımcısı) dır.." (47
Muhammed, 11) aye-tindeki ve Rasulullahın: "Hangi kadın, mevlâsmm
(velisinin) emri olmaksızın nikah edilirse, onun nikahı batıldır, batıldır[241]hadisindeki
mevlâ kelimeleri, velî manasmdadır.
İşte bunlar,
en-Nazzamm iddialarıdır. Onlarıaçıklayıp, cevaplandırdık.
Bir de onun,
Kur'an ile tenakuz hâlinde olan hadisler bulunduğuna, yine akli delillere
dayanarak çirkin olup kabul etmediği hadisler bulunduğuna, akli delillerin
bazan hadisleri neshedebileceğine, birbirini nakzeden hadislerin bulunduğuna
dair iddiaları var dır ki bunları inşaallah ileride ele alacağız. [242]
EBÛ MÜHAMMED: Gelelim Ebu'l-Huzeyl el-Al-lafın
(135-235) [243]sözlerine...
Görüyoruz ki, o da yalancının ve iftiracının biridir. Onun görüşlerinin taraftarlarından
birisi anlattı ki o, Muhammed b. Cehm'in (?-?)[244]yanında
iken şöyle demiştir: "Ey Ebu Cafer... Benim ellerim kazanç hususunda mahirdir.
Fakat sadaka vermekte beceriksizdir. Yüzbin-lerce dirhemi ihvana dağıttım.
Fulan bunu bilir. Allah hakkı için ey fulan sana soruyorum, sen bunu
biliyor-musun?" Ben de: 'Ta Eba'l-Huzeyl, söylediklerinin doğruluğunda
hiçşüphe yok." dedim. (Bu sözü söyleyen devam ederek:) el-Huzeyl benim
orada bulunmamla yetinmedi, benim şehadette bulunmamı istedi. Onunla da
yetinmedi, benden yemin etmemi talep etti, demiştir.
Yine
Ebu'l-Huzeyl, Muveys b. İmran'a [245]bir
tavuk hediye etmiş ve tavuğu herşeye mesel yapmaya, onu tarih olarak kabul
etmeye başlamıştır. Artık, "şu işi, sana o tavuğu hediye etmeden önce
yapmıştım, şu işi de, o tavuğu verdikten sonra yaptım..." diyordu.Besili
bir deve görse, "Hayır vallahi, bu sana hediye ettiğim tavuk
değildir" derdi.
İşte bu,
ikiyüz bin dirhem şöyle dursun, on kuruşu bile arkadaşlarına dağıtmayan bir
adamın görüş kapasitesidir.
Onun ıstıtaa[246]hususundaki
hataları da nak ledilir. O, "bir işi yapan, o işi yaptığı anda başka bir
fiili işlemeye kadir değildir" demiştir. Çünkü onlar failin ıstıtaa'sının
fiil ile birlikte.bulunmasını ittifakla (icma ile) şart kıldılar ve dediler ki:
"İnsanların birleştikleri (icma ettikleri) husus şudur ki, her fail bir
fiili işlerken, o fiili işleme gücüne sahiptir. Isütaat fiil ile beraberdir."
Istıtaatm
fiilden önce olduğunda ise ihtilafa düşmüşlerdir.
Biz, onların
icma ettikleri hususta müttefikiz. Istıtaatın fiilden önce mevcud olduğunu
iddia edenin ise delilini getirmesi gerekir. Bu yüzden o da bu görüşe
sığınmıştır.
İdrak mevcud
olduğu halde doğru görmenin yokluğundan ve ilim mevcud olduğu halde hayatın
yokluğundan soruldu. Ne aradaki farkıaçıkladı, ne de görüşünden döndü.
Yine onun
iddiasına göre bulûğa eren bir kimsenin, bulûğ anındaki ısütaası ile bir işi
yapması imkansızdır. Bu ıstıtaa ile ancak, ikinci bir halde iş yapar.
Ona:
"Peki o halde bu ıstıtaa ile ne zaman iş yapar?ıstıtaanın selbedildiği
(yok olduğu) an mı, yoksa bulûğ halinde mi? denilecek olursa, ıstıtaa
selbedildiği an da yapması sana göre muhaldir. O halde buısü-taa ile sadece ve
sadece bulûğ anında yapmıştır.
(Biraz önce
geçen) "ikinci hal" hakkında hoşolmayan sözler söylemiştir. Buna
ilaveten, Cehennemliklerin azabının, Cennetliklerinin de nimetlerinin ebedi
olmayıp sona ereceğini söylemiştir[247]
Sonra
Ubeydullah b. el-Hasen'e ( -168) geliyo-ruz. Kendisi Basra kadısı idi.
İnsanların inkar etmiş olduğu görüşlerinin çirkinliğinden ve sözlerinin son
derece çelişkili oluşundan dolayı -ki bu sözler hakikaten çelişki denmeğe
layık sözlerdir-hücuma uğramıştır.
Onun {hücuma
uğramasının) sebebi şudur. O şöyle diyordu: "Kur'an'da İhtilafa delalet
vardır. Kaderi reddedenler doğru söylemişlerdir. Bu görüş için Kur'anda bir
asıl (mesned) vardır. Cebriyyenin de dedikleri doğrudur, onların görüşleri
için de, Kur'anda bir asıl vardır. Kim kaderi reddederse, doğrudur, kira Cebr
görüşünü kabul ederse o da doğrudur. Çünkü bazan bir tek ayet, iki muhtelif
manaya[248]delalet
eder ve birbirine zıd iki manaya çekilebilir."
Birgün
kendisine Mu'tezile ve Cebriyeyye'den sorulmuş: "Hepsi de isabet etmiştir.
Bunlar (Mu'tezile) Allahı tazim edenlerdir, diğerleri (Cebriyye) ise tenzih
edenler..." demiştir. Ona göre isimler hakkında söylenilenler de böyledir.
Binaenaleyh, her kim "zina eden mü'mindir" derse isabet etmiştir, her
kim kafirdir, derse o da isabet etmiştir. Bir başkası "O (zina eden) ne
mü'mindir ne de kafirdir, fakat fasıktır." derse, o da isabet etmiştir.
"O ne mü'nıindir, ne fasık, o . münafiktir." diyen de doğrudur. Bir
başkası: " O kafirdir, müşrik değildir" derse o da isabet etmiştir.
"Kafir ve müşriktir" diyen de isabet etmiştir. Çünkü Kur'an, bütün bu
manalara delalet etmektedir.
(Ubeydullah
şöyle) demiştir: Birbirinden farklı olan sünnetler de böyledir. Kur'a çekmek de
caizdir, aksi de [249]Siâye[250]de
caizdir, aksi de [251]Mü'minin
kafire karşılık öldürülmesi de doğrudur, öldürülmemesi de [252]Fakih
bu farklı görüşlerden hangisini alırsa alsın isabet etmiştir.
Birisi
"Katil şüphesiz Cehennemdedir" dese isabet etmiş olur. Eğer
"Katil Çenettedir" dese yine isabet etmişolur. Eğer bu hususta birşey
söylemeyip, neticeyi Allaha havale etse yine isabet etmiş olur. Çünkü o, bu
sözüyle, Allanın onu bu işte (katilin akıbeti hakkında) gaybı bilmek
mecburiyyetinde olmadığını kasdetmektedir.
(Ubeydullah),
Ali'nin (4R.A), Talha ve ez-Zubeyr (R.A.) ile, bu ikisinin de Ali ile savaşması
hususunda; "Bunlar, hepsi de Allaha itaat etmektedirler." derdi.
Kendisi
Kelam ehlinden, kıyas ve nazar ehli birisi olduğu halde, onun bu söz(ler)inde,
gördüğün gibi (ne kadar da) tenakuz ve tutarsızlık vardır!.. [253]
EBÛ
MUHAMMED: Gelelim Bekriyye fırkasının kurucusu "Bekr"e. O,
kelamcılann takva hususunda hali en güzel olanıdır. Biz onun: "Birisi bir
hardal tohumu çalsa, sonra da bundan tevbe etmeksizin ölse, o kimse Cehennemde
Yahudi ve Hristiyanlarla beraberdir" dediğini görüyoruz. Halbuki Allah,
dostunun haberi yok iken, onun malından yemesi için müslümana genişlik
tanımıştır. Yine bahçeye giren birisinin -alıp götürmemekşartıyla- o bahçenin
mey-vasından yemesine de müsaade etmiştir. Bir yolcu, karnı aç iken bir koyuna
rastlasa, onun sütünden istifade etmesini de Allah mubah kılmıştır.
O halde
nasıl olur da, hiçbir kıymeti olmayan bir hardal tohumunu alan bir adama azab
olunur ve nasıl olur da o tohum adamın cehennemde ebediyyen kalmasına sebep
olur?
Bir hardal
tohumunu almanın günahı ne ki, ondan tevbe etmek icab etsin? Veya bu taneyi
aldığından dolayı ne gibi bir zarar[254]mevzuubahs
olabilir?
Bazan bir
adam, müslüman bir kardeşinin odunlarından, dişlerini karıştıracak kadar küçük
bir parça, veyahut çamurundan biraz çamur alabilir. Onun havuzundan su
içebilir. Halbuki bunlar bir hardal tohumundan daha büyüktür.
Keza Bekr,
"Çocuklar acı hissetmez" derdi. Kendisine: "Peki çocuk
çimdiklenince veya kendisine acı verecek birşey olunca niçin ağlar." diye
sorulduğunda, "Bu, ancak onun ebeveynine eziyettir. Çünkü Allah,
günahsız bir çocuğa elem ve acı vermeyecek kadar adaletlidir" derdi.
"Günahı olmadığı halde hayvanların acı çekmesine ne dersin?"
denildiğinde, "Allah onu ancak Adem oğlunun faydası için demlendirir.
Hayvanın acı çekmesi, Adem oğlunun ihtiyaç anında onlarıgütmesine, durdurup
koşturmasına yarar" derdi.
Bir
başkasının menfaati için Allah'ın hayvana acıçektirmesi, ona göre adalet idi.
Belki bu dediğinin aksini söylemiştir de, ondan rivayette bulunanlar karıştırmışlardır.
(Bekr)
"tulumdaki sert nebiz (üzüm ve hurma suyundan yapılan bir nevi içkijden
içmek sünetten-dir, keza oğlak yemek, mestlere meshetmek de sünnettendir"
derdi.
Halbuki
sünnet yiyecek ve içecek şeylerde değil, ancak dini hususlarda mevzuubahs olur.
Eğer bir adam ömrü boyunca, Rasulullah yediği halde, karpuzu hurma ile yemese,
veya Rasulullah kabak sevdiği halde kabak yemese, bu adam için "sünneti
terketti" denemez. [255]
EBÛ MUHAMMED: Sonra Hişam b. el-Hakem'e (Ö.
148/765) geliyoruz. Onun da aşın bir râfızî olduğunu görüyoruz.
Hişam,
Allah'ın kenarı ve hududu (sınırı) olduğunu (boyunun) şu kadar karış olduğunu
ve buna benzer, Kelamcılara aşikar olan anlatılması güç [256]pekçok
şeyler söylemiştir.
Sünnet
mezhebi mensublanndan (seleften) daha şiddetli bir cebr anlayışına sahib idi.
Birisi ona:
"Zannediyor musun ki Allah, re'feti, rahmeti, hikmeti ve adaletiyle
beraber, bizi emirleriyle mükellef kılsın da sonra bizim onu yapmamıza mani
olsun ve sonra da bunu yapmadığımızdan dolayıbize azab etsin?" demiş, o da
cevaben: "-Vallahi- şüphesiz Allah böyle yaptı. Lakin biz bunu
söyleyemiyo-ruz," demiştir.
Bir adam
ona: "Ey Eba Muhammed, Ali'nin Fe-dek [257]arazisi
hakkında Ebubekre gidip Abbas'ı (R.A.) dava ettiğini biliyor musun? [258]dedi.
O da, evet dedi. Adam tekrar: "Hangisi zalim idi?" deyince, İkisi de
zalim değildi." dedi. Bunun üzerine adam: "Subhanallah... Bu nasıl
olur?" dedi.'O da: "Bu ikisi (Ali ve Abbas), Davud' a (A.S.) .gidip
davacı olan iki hasım melek gibidir. Bu meleklerinin ikisi de zalim değil idi.
Bunlar ancak, Davud'a (A.S.) hatasını ve zulmünü haber vermek istediler,[259]Ali
ile Abbas da Ebu-bekr'e hatasını bildirmek istediler" dedi.
Kelamcılann
onun hatası olarak kabul ettikleri sözlerinden biri de: "Allah çakıl
taşını -ağırlığı, genişli ği, uzunluğu ve derinliği ile- bir dağ haline
çevirebilir. Yerde bir parmak yer kaplarken, onu yerde bir fersah yer kaplar
hale getirebilir. Bunu da (dağın) cisim ve arazlarından (sıfatlarından)
eksiltip arttırmaksızın, yapabilir." sözüdür. [260]
EBÛ MUHAMMED: Sonra Sumame'ye ( -213/828)
geliyoruz. Onun da dininin zayıf olduğunu, İslama noksanlık isnad edip İslam
ile alay ettiğini, Al-lahı tanıyıp ona iman eden hiçbir kimsenin
söyleye-miyeceği şekilde İslam'a dil uzattığını görüyoruz.
Yine onun
herkesçe malum meşhur bir sözü nakledilir: Bir gün Cuma namazını kaçırma korkusuyla
mescide doğru koşuşan bir grubu görür ve: "Şu öküzlere, şu eşeklere
bakınız" der. Sonra adamlarından birine: "Şu arab [261]Hz.
Muhammed'i (S.A.V.) kasdediyor- insanlara neler yaptı.." der. [262]
EBÛ MUHAMMED: Sonra da Muhammed b. el-Cehm
el-Bermeki'ye geliyoruz. Onun mushafı (Kur'anı),Aristo'nun, kevn ve fesad, ve
mantığın tarifleri hakkındaki kitapları idi. Ömrünü bunlarla geçirir, fakat
bir ay ramazan orucunu tutmazdı. Çünkü-denildiğine göre- oruç tutmaya gücü
yokmuş..!
(el-Bermeki)
şöyle derdi: "Hiçbir kimse, birisine yaptığı birşeyden veya bir iyilikten
dolayı teşekküre müstehak değildir. Çünkü bu iyiliği yapan, Allahtan bir sevab
ummaktan hâlî değildir. Bu takdirde ise, kendi nefsini düşünmüş olur. Yahud
yaptığı işi karşılığını umarak haz ve zevkine çalışmışve kendisine yardım
etmiş olur. Veya o kimseye merhameten veya kalbinin yufkalığından ötürü
iyilik eder. Ama bu takdirde, bu iyiliği ile ancak kendi rahatsızlığını teskin
etmiş ve bununla hastalığını tedavi etmiş olur."
Bu sözler,
Rasulullahm: "İnsanlara şükür (teşekkür) etmeyen, Allaha da şükretmemiş
olur.[263]hadisine
aykırıdır.
Kelamcılardan
biri, el-Bermeki'nin vefatı anında vasiyette bulunduğunu ve şöyle dediğini
anlatır: Rasûlullah "Evet, üçtebir kafidir. Uçtebir de (madununa nisbetle)
çoktur. [264]demiştir. Ben ise derim ki, "üçtebir'in üçtebiri de
çoktur. Miskinlerin hakları beytü'l-mal'dedir. Eğer adam gibi (çalışarak)
isterlerse alırlar. Fakat kadınlar gibi (çalışmayıp) otu-rurlarsa bundan mahrum
kalırlar. Kim onlara mer hamet ederse, Allah o kimseye merhamet etmesin."
EBÛ MUHAMMED: Onunla beraber yolculuk eden bir
adam bana rivayet etti ki; Birgün, el-Berme-kinin hayvanı ürküp kaçınca şöyle
demiş: "Rasulul-lah, hayvana ayağı sürçünce vurunuz, kaçınca vurmayınız."
[265]demiştir. Ben ise, ne tökezleyince ne de kaçınca vurun
derim."
EBÛ MUHAMMED: Rasulullahın bu hadisi söylediği
sahih midir, değil midir? bilmiyorum. Bu ancak el-Bermeki'den rivayet edilen
birşeydir ki, o da bunda hata etmiştir.
Doğru olan
birinci söylenen (tökezleyince vurul-masıjdır. Çünkü hayvan, bir kuyu (veya
nehir)den veya binicisinin görmediği herhangi birşeyden korkar ve binicisini
düşürür ki bunun sonucunda helak olmak vardır.
Rasulullahın,
hayvanın kaçmasından dolayı dövülmesini yasaklamasının, tökezlenince vurulmasını
emretmesinin sebebi, tökezlenince (vurulmak suretiyle) hayvanın gayret etmesi
ve tökezlememesi içindir. Çünkü tökezleme çoğu zaman hayvanın gevşekliğinden
meydana gelir. [266]
EBÛ MUHAMMED: Re'y ehline gelince, onlar da
diğerleri gibi ihtilaf içersindedirler. Önce kıyas yaparlar, sonra kıyası
bırakıp istihsana başvururlar. Bir meselede bir görüş ileri sürüp ona göre
hüküm verirler, sonra da o hükümlerinden dönerler.
Bana Seni b.
Muhammed tahdis etti ve dedi: Bize el-Asmaî, Hammad b. Zeyd'den tahdis etti,
(Ham-mad) dedi: Yahya b. Mihnaf ıişittim şöyle diyordu: "Maşnk ehlinden
(Doğudan) bir adam, bir sene evvel Mekke'de kendisine verdiği bir yazı ile Ebu
Hanife'ye (80-150) geldi. Sormuşolduğu şeyi ona (tekrar) arzet-ti. Ebu Hanife
de vermiş olduğu bu hükümden tamamen döndü. Bunun üzerine adam başına toprak
saçarak şöyle dedi: "Ey insanlar geçen sene bu adama geldim, bana şu
yazdığı şekilde fetva verdi.Ben de bu fetvaya dayanarak, pekçok kan akıttım,
pekçok kimseyi (bu fetvaya dayanarak) evlendirdim. Bu sene de kalkmış
dediğinden dönüyor...!"
Bana Sehl b.
Muhammed tahdis etti. Ona da el-Muhtar b. Amr haber vermiş ki, bir adam Ebu
Hanife'ye (80-150) {yukarıdaki mesele için) bu nasıl olur?" demiş;
Ebu Hanife: O, geçen seneki görüşüm idi. Bu sene
ise g
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder