Bugün
kaynaklarımızda yazıya geçirilmiş bulunan binlerce rivayet, ne Kur'an-ı Kerim
gibi, ne de mütevatir sünnetler gibi bize tevatüren, yani nesilden nesile
kitlesel rivayet yoluyla nakledilmiş değildir. Tam aksine, herkesin bildiği
gibi bu hadislerin muhafazası ve daha sonraki nesillere intikal ettirilmesi
ferdî çabalarla olmuştur. Bu yüzdendir ki, bu hadislere, hadis ilminin
terminolojisiyle “âhâd” adı verilmiş ve bu sûretle bunların tek tek ravilerin
naklettikleri birer rivayet olduğuna dikkat çekilmiştir.
Şu zavallı cahil döndü dolaştı
Din adına dinde yaralar açtı
Sûfi ve mollanın tevillerine
Cibril hayret etti peygamber şaştı*
Muhammed İkbal
En kısa
ifadeyle Hz. Peygamber’in (s.a.v) İslam'ı diyebileceğimiz sünnetin en önemli
kaynağının hadisler olduğu şeklinde genel kanaatin aksine, en önemli kaynağın
Kur'an-ı Kerim olduğunu, onun ardından ikinci derecede önemli kaynak olan
Mütevatir, Mütevaris veya Yaşayan Sünnetler, ya da ameli tevatür denilen ve
müslümanların kitlesel rivayet yoluyla nesilden nesile aktardıkları uygulama ve
bilgilerin geldiğini, bugün kütüphanelerimizi dolduran kaynaklardaki hadislerin
ise önem ve güvenilirlik bakımından ancak üçüncü sırada yer alabileceğini
çeşitli vesilelerle yazılarımızda ifade etmiştik.
Sünnet konusunda bize bilgi veren kaynaklar
olarak Kur'an-ı Kerim ile mütevatir sünnetlerin sübûtu konusunda bugüne kadar
ciddi bir problem söz konusu olamamıştır. Ancak hadislerin sübûtu konusunda ise
aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Zira bugün kaynaklarımızda yazıya
geçirilmiş bulunan binlerce rivayet, ne Kur'an-ı Kerim gibi, ne de mütevatir
sünnetler gibi bize tevatüren, yani nesilden nesile kitlesel rivayet yoluyla
nakledilmiş değildir. Tam aksine, herkesin bildiği gibi bu hadislerin
muhafazası ve daha sonraki nesillere intikal ettirilmesi ferdî çabalarla
olmuştur. Bu yüzdendir ki, bu hadislere, hadis ilminin terminolojisiyle “âhâd”
adı verilmiş ve bu sûretle bunların tek tek ravilerin naklettikleri birer
rivayet olduğuna dikkat çekilmiştir.
Durum bu
olduğu halde, ondört asırlık geçmişimiz boyunca genellikle sünnet konusunda
ağırlık "âhâd" olan hadislere verilmiş, mütevatir sünnetlere, hele
hele Kur'an-ı Kerim'e bu amaçla başvurmak nadiren düşünülmüştür. Bu durumun
tabii bir sonucu olarak da, hemen tamamı âhâd olan bu hadisler, ¹ sünnet
konusunda, hatta daha genel bir ifadeyle İslam anlayışımızın belirlenmesinde en
az Kur’an-ı Kerim kadar, zaman zaman ve belli konularda ondan da fazla etkili
olmuştur. ²
Ancak İslam
Düşüncesinde son derece etkili olan hadislerin hangilerinin gerçekten Hz.
Peygamber’e ait olduğu konusunda tam bir ittifak hiçbir zaman
gerçekleşmemiştir. ³ Zira ahad olan bu
hadisler mahiyeti gereği tek tek fertlerin rivayetlerinden ibarettir.
Başlangıçta –yani sahabe nesli süresince- toplumda hadis konusunda pek fazla
tereddüde mahal bırakmıyordu. Ancak çok geçmeden –hadis uydurma faaliyetlerinin
giderek artış ve yayılış gösterdiği malumdur. Bu sebeple bu tarihten itibaren,
hadisleri rivayet edenlerin güvenilir olup olmadıklarını araştırma uygulaması,
giderek sistematik bir şekilde yürürlüğe kondu. Bu suretle de hadis ilminin
omurgasını oluşturan isnad sisteminin temelleri atılmış oldu. İlerleyen
asırlarda isnad etrafında birçok disiplinler oluştu. Bu gelişmeler olurken
isnadlarla rivayet edilen metinler konusunda –metin tenkidi konusunda değil!-
bazı esaslar da belirlendi. Bu suretle, hadisler etrafında yüzlerce inceleme
konusu teşekkül etti. Gerek toplanan hadisler, gerek bu hadisler etrafında
oluşan alt disiplinler ve bu konularla ilgili çalışmalar sonucunda öyle muazzam
bir literatür oluştu ki, bu literatürün İslami ilimler geleneği içerisinde en
zengin alanı oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. Bugün bir kısmı matbû, bir
kısmı ise hâlâ elyazması halinde kütüphanelerimizi dolduran bu literatürün,
geçmişte bu alanda ortaya konulanların tamamını temsil etmediğini de burada
hatırlatmak yerinde olur. Çünkü bugün elimizde matbû ya da elyazması olarak
mevcut olanlar dışında, küçümsenemeyecek sayıda eserin kaybolup, tarihin
derinliklerine gömüldüğü de bilinmektedir. Velhasıl hiçbir dinin mensupları,
peygamberi hakkındaki bilgileri gelecek nesillere aktarabilmek için böylesine
muazzam bir çaba göstermiştir. Yine hiçbir dinin peygamberi etrafında böylesi
muazzam bir literatür oluşmamıştır.
İşte bu
noktada sorulması gereken soru şudur: İslam ümmetinin ondört asır boyunca
göstermiş olduğu bütün bu muazzam çabalara rağmen, Hz. Peygamber hakkında bize
bilgi veren bir kaynak daha genişletecek olursak, bugün itibariyle, bize ulaşan
her türlü rivayet –hadis- eser-haber- v.b konusunda bütün problemlerin bertaraf
edildiği ileri sürülebilir mi? Özetle
aradan geçen ondört asırdan sonra bugün gelinen noktada, elimizdeki
rivayetlerin gerçeğinin sahtesinden, sağlamının çürüğünden tamamen ayrıldığı
matematik bir kesinlikle ifade edilebilir mi? İşte bu kitabın cevap arayacağı
temel sorulardan biri budur.
Her şeyin
ortaya konulup, her konuda olduğu gibi bu konuda da son sözün söylendiğine
–üstelik bunun bir defada ve bütün zamanlar için söylendiğine- inanan, geçmişi
kutsallık hâlesiyle kuşatan, yani özetle hakikatin selefimizin bize sunduğu
“verili” bir bilgiden ibaret olduğuna inananların bu soruya vereceği cevabın
olumlu olacağı kuşkusuzdur. Bunun tam aksine hakikatin verili olmayıp
“keşfedilmesi gereken” bir şey olduğuna inananların, tetkik ve tahkik
süzgecinden geçirmeden hiçbir fikrin kabul edilmeyeceği ilkesini
benimseyenlerin, bu soruya vereceği cevabın olumsuz olacağı da –aynı şekilde-
kuşkusuzdur.
Ondört
asırlık bir geçmişe rağmen bugün çeşitli kaynaklarda yer alan binlerce
rivayetin sıhhat ve sübût açısından tetkikinin tamamlanıp, tam bir sonuca
ulaşılıp ulaşılmadığına, sadece karşılıklı iddialarla bir cevap bulmak mümkün
değildir. Zira delilsiz, mesnetsiz, karşılıklı iddialarla, genellemelerle bir
yere varıldığı hiçbir vakit görülmemiştir. Bu konuda sağlıklı bir kanaat sahibi
olabilmenin yegane yolu, mücerret iddiaları ve genellemeleri bırakıp müşahhas
delilere ve ilmi araştırma sonuçlarına göre hareket etmektir. Dolayısıyla bugün
elimizdeki rivayetlerle ilgili hiçbir problemimiz yoktur veya birçok
problemimiz vardır, şeklindeki mücerret iddiaları bir tarafa bırakıp, mevcut
durumu esas alarak bir sonuca gitmek gerektiği ortadadır. Bir başka ifadeyle,
İslam dünyasının hâl-i hazırda hadislerle ilgili herhangi bir problemin bulunup
bulunmadığına –yani iddialara değil yaşanan gerçekliğe- bakılarak bu sorunun
cevabını aramak gerekir.
Mesele bu
açıdan ele alındığında, içinde yaşadığımız son iki yüzyılda İslam
düşüncesindeki temel tartışma konuları içerisinde hadislerden kaynaklanan
birçok problemin bulunduğu kolaylıkla görülebilir.
XIX. yy’da
gerek Ortadoğu’da (Mısır-Suriye) gerek Hind alt kıtasındaki entelektüel
tartışmaların en önemlilerinden birisinin hadisler etrafında cereyan ettiği
malumdur. 4 XX. yy’ın başlarında Osmanlı aydın ve âlimlerinin önemli tartışma
konuları içerisinde hadislerin ne ölçüde yer aldığını tam olarak bilmiyoruz.
Kesin olan ise bu dönemin düşünce dinamizmine mukabil, Cumhuriyet döneminde
İslam düşüncesinin bir duraklama dönemine girdiği ve bunun 60’lı yıllara kadar
devam ettiğidir. 1960-70’li yıllarda yoğun olarak İslam dünyasının çeşitli
bölgelerinden yapılan tercümelerin akınına uğrayan Türkiye, bu çeviriler
aracılığıyla İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki hadis-sünnet ile ilgili
tartışmalardan haberdar oldu.
XIX.-XIX.
yy’da hadislerden kaynaklanan problemlere dikkat çeken başlıca isimler arasında
Seyyid Ahmed Han, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Mehmed Akif, Musa Carullah
Bigiyef, Mustafa es-Sibâi, Ahmed Emin, M. Zahit el-Kevser î, el-Mevdûdi, Gulam
Ahmed Perviz, Dr. Tevfik Sıdki, Şeyh Saffet Efendi, İzmirli İsmail Hakkı,
Aksekili Ahmed Hamdi, Mahmud Ebu Rayye, eş-Seyyid Salih Ebubekr, Muhammed
el-Gazali, Yusuf el-Kardavi ve Fazlur Rahman ilk akla gelenlerdir. 5 İslam
dünyasının farklı coğrafyalarında yaşamış bu ilim, düşünce ve eylem adamlarının
kimisi bu şüphelere karşı hadisleri müdafaaya girişmişlerdir. Bu şahsiyetlerin
hadisler karşısında takındıkları tavır elbette aynı değildir. Bilakis onların
tavırlarının bir spektrum oluşturduğunu ifade etmek daha doğru olur.
Aralarındaki ton farkları ne olursa olsun, kesin olan şudur ki, İslam
dünyasının bu düşünce önderleri hadis konusunda hiçbir zaman tam bir ittifak
içerisinden olmamışlardır. XIX ve XX. yy’da hadis etrafında cereyan eden yoğun
tartışmalar karşısında, ortada bir problemin bulunmadığını iddia etmek için ise
fazlaca iyimser olmak icap eder.
Diğer yandan
bu sayılanlar dışında, ya hadislerle ilgili olarak geçmişte yapılanları
eleştirmek ya da hadislere yöneltilen bu eleştirilere cevap vermek amacıyla
eser yazmış olan, ilmi düzeyleri farklı pek çok yazarın eserleri İslam
dünyasındaki kitabevlerinin vitrin ve raflarını doldurmaktadır. Bunlar o kadar
çoktur ki, bunları burada tek tek saymak dahi mümkün değildir. Yine bu konuda
yazılmış olan makâlelerin de burada tek tek zikredilemeyecek kadar çok olduğunu
ilave etmek gerekir.
İslam
dünyasının hadis konusunda günümüzde hâlâ bazı problemlerle karşı karşıya
bulunduğunun bir başka delili de, sünnet-hadis üzerine yapılmış ve yapılmakta
olan sayısız ilmî toplantılardır. Bu toplantılar kuşkusuz ortada mevcut bir
problemin varlığından kaynaklanmaktadır. Bu toplantıların zabıtları ve
tebliğleri incelenecek olursa, İslam ümmetinin hadis konusundaki sıkıntılarının
ipuçlarını yakalamak hiç de zor olmayacaktır. 6
Meseleye bir
başka açıdan bakılacak olursa, İslam dünyasının inanç ve pratik alanlarında
mevcut problemlerin yattığı görülecektir. Bu cümleden olmak üzere, bugün genel
halk kitlelerinin İslam olarak algılandığı, ama aslında İslam’la ilgisi
bulunmayan veya doğruluğu tartışmalı olan pek çok hususun ya uydurma ya da
sıhhati son derece tartışmalı rivayetlerden kaynaklandığına burada dikkat
çekilebilir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de hâlâ tartışılan, kader, şefaat,
sırât inancı, H.z Peygamber’e izafe edilen yüzlerce mucize, H.z Peygamber
hakkındaki beşer üstü anlatımlar, Kur’an’ın faziletleriyle ilgili mübalağalı
ifadeler, kabir ve türbelerle ilgili aşırılıklar, Hz. Peygamber’in mensubu
bulunduğu Arap ırkının ve Arapçanın –ülkemizde ise Türk ırkının- kutsallaştırılması, kadının erkeğe nazaran
ikinci sınıf statüde algılanması, kutsal gecelere (kandillere) olan inanç ve bu
gecelere mahsus özel ibadetler, tasavvufun pek çok öğretisi ve özellikle gayb
ricaline olan inanç, evliyâ kültü ve bunun etrafında oluşan mitolojik anlayışlar,
yaratılış konusundaki yanlış inanç ve düşünceler, ümmetin çeşitli fırkalara
ayrılmasının meşrulaştırılması, kıyamet alâmetleri, âhir zaman fitneleri,
deccal-mehdi inancı, İslam’ı terk eden birinin hukuken öldürülmesi gerektiğine
dair görüş, siyasi ve idari otoritelere olduğu gibi, siyasi ve dini cemaat
liderlerine, evliyâ ve üstadlara mutlak itaatin dini bir vecibe olduğuna dair
inanç, ruhbanlığı, aşırı zühd ve ibadeti idealize eden din anlayışı, uğursuzluk
inancı, tembelliği meşrulaştırmaya varan bir tevekkül anlayışı gibi, ilk anda
akla gelebilecek problemler – Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması önündeki en büyük
engellerden birisinin, tefsirlerde yer alan ve özelde İsrailiyyât adı verilen
rivayetlerle, genel olarak sıhhati tartışmalı, kaynağı belirsiz ve çelişkili
rivayetlerden oluştuğu da ehline malum bir husustur. 7
Hadisler
konusunda bugün hâlâ problem oluşturan farklı bir alanda da burada söz etmek
gerekir. Özellikle ülkemiz açısından bakıldığında, İslam’ı ve Müslümanları
eleştirmek için yazılan bazı eserlerde de, tartışmaların merkezinde pek çok
hadisin yer aldığı görülür. İlhan Arsel’in Şeriat ve Kadın; Arap Milliyetçiliği
ve Türkler gibi eserleri yanında, Turan Dursun’un İslam’a saldırmak için
yazdığı kitaplarında da bol miktarda hadis rivayeti, tenkid daha doğrusu
saldırı amacıyla kullanılmıştır. Bu ise hadisler meselesinin İslam’ın sadece
bir iç mesele olmakla kalmayıp, kendini ona mensup hissetmeyenlerin İslam’a
karşı takındıkları menfi tutumların oluşmasında da belli ölçüde etkili olduğunu
göstermektedir.
Son olarak
bunlara Oryantalizm dünyasında yapılan ve bazısı doğrudan, bir kısmı da dolaylı
olarak hadislerle ilgili olan çeşitli yayınları da ilave etmek yerinde olur.
Burada bunları da tek tek saymak elbette mümkün değildir. 8
Aslında
bunlara ilim çevrelerindeki problemlerle de bağlantılı olarak, genel halk
kitleleri nezdindeki birtakım olumsuzlukları da eklemek icabeder. Bu cümleden
olmak üzere, gerek İslam dünyasında, gerek ülkemizde, yayımlanan bazı dinî
neşriyatın durumu örnek olarak zikredilebilir. Özellikle hadisler konusunda iyi
bir eğitim görmemiş, hattâ hiç eğitim almamış bazı heveskâr kimselerin dini
konularda yazdıkları eserlerin büyük çoğunluğunun, kullanılan hadisler
açısından tam bir felaket olduğu acı bir gerçektir. Birçok eser, ehil olmayan
mütercimler tarafından tercüme edilmekte, eserin içerdiği hadislerle ilgili
hiçbir inceleme yapılmamakta, bazen –Râmûzu’l-Ebadis’in bir gazete tarafından
iki cilt olarak basılan tercümesinde (Milsan Basım Sanayi Tesisleri, İst. 1982)
ve İmamı-ı Gazâlî’nin İhyau Ulûmi’d-Dîn adlı eserinin Türkçe tercümelerinde
olduğu gibi – müelliflerin hadislerle ilgili olarak yaptıkları uyarı ve
açıklamalar ya tercümeden tamamen çıkarılmakta, ya da hadisin zayıf veya
uydurma olduğunu ifade eden kısmı atılmakta, bu sûretle okuyucular da
aldatılmış olmaktadır. 9 Hatta –mesela İhyau Ulûmi’d-Dîn’de- uydurma veya kaynağı meçhul rivayetlerin sayısı
neredeyse 1000’e varırken, 10 bu eserin tercümesini neşreden bir yayınevi
sahibi, hiç sıkılmadan İhyâ’da mevzû, kaynağı belirsiz, aslı olmayan hadislerin
mevcut olmadığını önsözde yazabilmektedir. Yine bazı eserlerde durum çok daha
vahim boyutlara da ulaşabilmektedir. Örnek olarak bazı eserlerde yüzlerce
hadisin, ne isnadı, ne kaynağı, ne de metni verilmeksizin okuyuculara sunulmuş
olması, ¹¹ bir yandan hadis konusunda karşı karşıya bulunduğumuz durumun
vahametini, öte yandan bazı Müslümanların genelde din, özelde ise hadis
konusundaki ciddiyetsizlik ve lâkaydiliklerini gözler önüne seren acı
örneklerdir.
Aslında
İslam dünyasındaki pratik ve teorik pek çok problemin temelinde hadislerin
yattığını göstermek için başlı birçok araştırma yapmak mümkündür. Bu sebeple
biz şahsen kendi çapımızda da olsa uygulamalı araştırmalı teşvik etmekteyiz. Bu
amaçla yapılmış birkaç Yüksek Lisans tezi de mevcuttur. Bu araştırmaların
sonuçlarına göre bazı vâizlerimizin (Ankara Merkez Vâizleri ortalama %16)
vaazlarda halâ mevzû hadis kullandıkları, din görevlilerimizden bazılarının ise
ayet ile hadisi, sahih ile uydurmayı karıştırmakta oldukları ortaya çıkmıştır.
¹²
Bu konudaki
problemlere dair daha iyi bir fikir edinebilmek için, İslamî Araştırmalar
Dergisi’nin Hadis-Sünnet Özel sayısındaki (1997) yazıların dikkatlice tetkik
edilmesinin bile yeterli olabileceğini burada ifade etmek isteriz.
Bütün bunlara
eklenmesi gereken bir başka husus ise, bilhassa ülkemizde verilen dini eğitim
ile ilgilidir. Gerek Kur’an kursları, gerek İmam-Hatip Liseleri ve gerekse
İlahiyat Fakülteleri, ülkemiz insanını dinî konularda aydınlatacak insanlar
yetiştirmektedirler. Ancak bu dinî kurumlarda verilen hadis eğitiminin de bir
takım problemleri bulunduğunu, şahsi gözlem ve incelemelerimize, öğrencilerle
olan şahsi tecrübelerimize dayanarak rahatlıkla ifade edebiliriz. Mamafih
ortaöğretim kurumlarında Din-Ahlak öğretmenleri ile meslek öğretmenlerinin
sünnet-hadis anlayışlarını konu alan bir araştırma da şu anda sürdürülmekte
olup, sonuçlar alındığında, bu kesimin durumu hakkında daha net bir fikir edinmemiz
mümkün olabilecektir.
Buraya kadar
anlatılanlar bile-kapsamlı ve yorucu bir çalışmanın ürünü olmayıp, kabaca
çizilen bir tablo olsa da- şu anda İslam dünyasının hadislerinden kaynaklanan
pek çok problemle karşı karşıya bulunduğunu açıkça gözler önüne serebilecek
niteliktedir.
Ancak bu
problemli durumun sadece hadis disiplininin kendi iç problemi olduğu
zannedilmemelidir. Bilakis genel olarak İslam düşüncesinin bugün karşı karşıya
bulunduğu birçok problemin de temelinde hadislerle ilgili hususlar yatmaktadır.
Dolayısıyla İslam düşüncesinin geleceği de belli oranda hadislerle ilgili
problemlerin çözümüne bağlıdır. İslam dünyasının bu problemleri çözmeden kendi
ayakları üzerinde durup dikilmesi mümkün değildir. Bunun anlamı ise, hadisler
meselesinin sadece hadis ilminin bilimsel bir araştırma konusu olmaktan öte,
sonuç itibariyle İslam dünyasının geleceğini ilgilendiren bir öneme de sahip
olgudur.
Çizilen bu
tablodan çıkan mantıki sonuç şudur: Aradan geçen ondört asırlık süre içerisinde
yapılan çalışmalara, gayretlere rağmen; hadisler konusunun tamamen çözüme
kavuşturulduğunu, bugün elimizdeki hadislerle ilgili olarak hiçbir problemin
kalmadığını iddia etmek mümkün değildir.
Bu noktada
önemli gördüğümüz bir hususu bilhassa belirtmekte yarar görüyoruz:
Bilebildiğimiz
kadarıyla gerek İslam dünyasında, gerek ülkemizde, genel halk kitlelerinden
tutun da birtakım cemaatlere, İslami hareketlere ve siyasi oluşumlara varıncaya
kadar hâkim olan zihniyet –çok nadir istisnaları olsa da – şudur:
“ İslam’da
her şeyin çözümü vardır, o her şeyi halletmiştir. Kur’an ve sünnette her şeyin
çözümü vardır.” Şeklindeki naif söylemin ne kadar yaygın olduğunu hepimiz
yakinen biliyoruz. Biraz daha insaflı bazı kesimler nispeten mütevazi
davranarak, her şeyin çözümünün Kur’an ve sünnette bulunduğunu iddia edecek
kadar ileri gitmezler, sadece Kur’an ve sünnetten hareketle her meselenin
çözülebileceğini iddia etmekle yetinirler. Ancak her iki taraf da özellikle
hadislerden kaynaklanan ve kaynaklanması muhtemel problemleri görmezlikten
gelmekte, ya da daha iyimser bir ifadeyle görememektedirler. Bazıları bu
problemin bir nebze farkına varsa da, onlar da bugüne kadar uygulanan klasik
yöntemlerle çözüm üretebileceklerini zannetmektedirler. Bu sebeple
çalışmalarını tamamen klasik ûsullere göre yürütmektedirler. Özellikle selefi
eğilimli kesimlerde yapılan, hadislerle ilgili çalışmalar bu tür çabalardan
kesimlerde yapılan, hadislerle ilgili çalışmalar bu tür çabalardan
oluşmaktadır. Bu çalışmaların bazı faydaları olsa da, istenen neticeyi vermesi
mümkün görünmemektedir. Bu şekilde, problemleri gizleyerek veya parçacı,
yöntemsiz, plansız ve programsız gayretlerle bir yere varılamayacağı ortadadır.
Zira geçmişteki bütün çabalara rağmen, hadislerle ilgili problemleri istenen
çözüme kavuşturmaktan uzak olan bir yöntemi, bugün tekrar uygulamanın bir anlamı
yoktur. Çünkü yöntem aynı olduğu sürece, geçmişte yapılan çalışmaların
zaaflarının tekrar ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Bu konudaki
vurdumduymazlık, klasik hadis usulünün (kaynak ve isnad gibi) en basit
kurallarını dahi hiçe sayacak raddeye gelmiş bulunmaktadır. Durumun vahametini
bizzat görmek için burada bir-iki misal de vermeden geçmeyelim:
“Onun için
biz kesinlikle diyoruz ki Cevşen, manası itibariyle efendimize ilham veya vahiy
yoluyla gelmiştir, Daha sonra da ehlullahtan birisi bu Cevşen keşif yoluyla
Efendimiz’den almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır.(…) İmam Gazali gibi
bir allame, Gümüşhanevî gibi bir büyük veli ve Bediüzzaman gibi bir sahipkıran
cevşeni kabullenip onu vird edinmişlerdir. Hatta İmam Gazali ona bir şerh
yazmıştır. Cevşenin mehazindeki kuvvet ve kutsiyete ait başka hiçbir delil ve
bürhan olmasa, sadece isimlerini verdiğimiz büyüklerin bu kabullenişleri ve
yüzbinlerce insanın Cevşene gönülden bağlanıp atfetmeleri, Cevşen hakkında en
azından ihtiyatlı konuşmaya yetecek güç ve kuvvette delillerdir. Sadece
senedine ait bir boşluktan dolayı Cevşene dil uzatmak en ılımlı ifadeyle
haksızlıktır.” ¹³
Bu ifadeler
karşısında, ilimden biraz nasipdar olan birisinin ürpermemesi, tüylerinin diken
diken olmaması mümkün değildir. Zira bazı çevrelerce yaygınlaşması için çaba
sarf edilen; deri, gümüş v.b. kılıflarda muska haline getirilen, bazı gazeteler
tarafından promosyon olarak dağıtılan, bu keramet ve kutsiyeti kendinden menkul
Cevşen; hiçbir klasik kaynakta yer almayan, sadece adı geçen alimlerin
eserlerine aldıkları, isnadı olmayan, metnine bakıldığında suni ve düzmece
olduğu aşikar olan uydurma bir hadisten başka bir şey değildir. İlim ehli
olanlar da bilirler ki, Hz. Peygamber’in dualarının hiçbirisi uzun değildir, en
iyimser ifadeyle on satırı bile bulmaz. Böylesi sayfalar tutan bir duanın
uydurma olduğunda en küçük bir şüphe dahi yoktur.
Bazı
alimlerin bunu eserlerinde zikretmelerinin, onun sübutu için yeterli
addedilmesi ise, akıl alacak gibi değildir. Bunu söyleyen hadis ilminden hiç
haberi olmayan biri değilse, ortada çok daha ciddi bir problem var demektir.
Yine bir
radyo programında aynı çevrelere mensup bir zatın “ Dünyanın öküzün boynuzunda
olduğuna” dair hadisle ilgili bir soruya, bunun uydurma olduğunu açıkça ifade
edeceği yerde “Dünyanın altında öküz var
mı bilmem ama, üstünde pek çok var!” dediği nakledilip açıkça mugalata
yapılmış, yani bu uydurma hadis savunulmuştur. ¹4
İşin doğrusu
burada yapılanın ilimle de ilgisi yoktur. Bu uydurma rivayetlerin
savunulmasının tek sebebi Bediüzzaman’ın bunları eserlerinde zikretmiş
olmasıdır. Ama ne yazık ki Bediüzzaman’ı savunduğunu zannedenler, hem ona hem
de hadislere, dolayısıyla Hz. Peygamber’in mirasına ne büyük kötülük
ettiklerinin farkında bile değillerdir.
Daha
çoğaltılabilecek bu ve benzeri örnekler bugün Müslümanların hadisler konusunda
ne kadar ise karşı karşıya bulunduğumuz problemin ne kadar ciddi olduğunu
gösterir.
O halde
bugün gelinen noktada yapılması gereken, klasik yöntemi sürdürmeye çalışmadan
önce, bu yöntemin genel bir değerlendirmesini yapmaktır. Maalesef bugün hadis
usûlü diye bilinen klasik yöntemin teşekkülünden bugüne kadar, hemen hiçbir
değerlendirme ya da özeleştiri yapılmadığı gibi, mevcut usûlü daha da
geliştirmek için ciddi bir çaba gösterilmemiştir.
Bunun sebebi
ise, İslam düşüncesinin ve İslami ilimler geleneğinin hemen her alanında da
görülen donuklaşma ve katılaşmadır. Diğer bir ifadeyle hadis usûlü disiplininde
görülen dinamizm yokluğudur. Hadis usûlü gelişimini tamamlayıp, bugün de halâ
aynen sürdürülen klasikleşmiş yapısına kavuştuktan sonra, düşünce alanındaki
tembellik ve durgunluk sebebiyle âdeta bir dogma statüsüne yükseltilmiş;
yanılmazlık ve kusursuzluk vasfıyla tebcil edilerek, daha iyisinin olabileceği
tahayyül dahi edilememiştir.
Ne var ki
bugün gelinen nokta, hadisler konusunda Müslümanlar arasında görülen sert,
demagojik ve tabii ki sonuçsuz tartışmalardır. Bu çıkmazdan kurtulmanın yolu
–kanaatimizce- her şeyden önce klasik hadis usûlünün gelişim tarihinin
incelenmesi, sonra bugünkü şeklini almış olan bu usûlün köklü bir biçimde
tenkit süzgecinden geçirilmesi, ardından da daha etkin ve daha az kusurlu bir
usûl geliştirmesidir.
* Şiirin bu manzum çevirisini lütfeden Prof.
Dr. Mahmut Kaya hocamıza teşekkür ederiz.
1. Fiilî
tatbikat olarak değil de, birer rivayet olarak elimizdeki “hadisler” içerisinde
gerçek anlamda bir mütevâtirin bulunup bulunmadığı konusu ileride ele
alınacaktır.
2. Sünnetin
Kur’an-ı Kerim’i neshedebileceği iddiası (Bkz: Medet Coşkun, Sünnet’in Kur’an-ı
Nesbi Meselesi (Yayınlanmamış Y. Lisans
Tezi), A.Ü.İ.F. Ank. 1995) ve Kur’an-ı Kerim’de olmayan itikadi ve fıkhi
konularda, hadislere dayanan pek çok inanç, düşünce ve uygulama’nın mevcudiyeti
– ki sayılamayacak kadar çoktur- burada örnek olarak zikredilebilir. Bu durum
Şia dünyası için daha da geçerlidir. Zira “ğaib imam”, “oniki imam”, “imamların masumiyeti”, “imamların nass ile tayini”
gibi konularda doğrudan Kur’an’da bir dayanak bulmak mümkün değildir. Bu
konudaki dayanakların çoğunu rivayetler, daha doğrusu “gelenek”
oluşturmaktadır.
3.Hemen her
bir ekolün ve pek çok İslam aliminin sahih hadiste aradığı şartların şu veya bu
ölçüde farklı olduğu ehline malumdur. Mamafih bu hususu dile getiren son bir
esere burada işaret etmeden geçmeyelim: İsmail Mansur, Tabsîru’l-Umme
bi-Hakîkati’s-Sunne, I (Minhâc) (Mısır, 1995), s.363.
4.Bu konuyla
ilgili olarak bkz: Halid Zaferullah Dâvudî, Pakistan ve Hindistan’da Şah
Veliyyullah ed-Dehlevî’de n Günümüze Kadar Hadis Çalışmaları (İst.1995); G.H.A.
Juynboll, The Authenticity of the Tradition Literature-Discussions in Modern
Egypt, Leiden, 1969; Mazharuddin Sıddıkî, İslam Dünyasında Modernist Düşünce
(İst., 1990)., s.85-92 vd., Bu konuda bir de doktora tezi yapılmıştır: İbrahim
Hatiboğlu, İslam’da Yenilenme Düşüncesi Açısından Modernistlerin Sünnet
Anlayışı (M.Ü.İ.F., İst; 1996,). Konuyla ilgili zengin bir malzeme ihtivâ
etmesine rağmen, işlenişi açısından tezin baştan ele alınması gerekmektedir.
Zira tez baştan ön yargı olarak işlenmiş, nadir de olsa kaynaklardaki
bilgilerin tahrif edilip saptırıldığı dahi olmuştur. Meslektaşımız İbrahim
Hatiboğlu’na tezin yeniden yazılması için eleştirilerimizi ve düşüncelerimizi
iletmiş bulunuyoruz. Sanırız bize düşen de budur. Ancak insan ister istemez
jüri üyelerinin bu tezi nasıl kabul edebildiklerini, üstelik TDV. İslam
Araştırmaları ödülünün de bu teze nasıl lâyık görüldüğünü kendi kendine
sormadan edememektedir. Bize göre bunun sebebi “tenkit ve araştırma”
zihniyetinin ilmi müesseselerde bile kurumuş olmasından başka bir şey değildir.
5. Bu
müelliflerin konuyla ilgili makale ve kitapları ile fikirlerinin ele alındığı pek çok çalışma
bulunmakla beraber, biz burada bunlardan sadece bir önceki dipnotta zikredilen
eserlere tekrar atıfta bulunmakla yetiniyoruz. Bunların dışında genelde Hadis
literatürü, özelde Sahih-i Buhari ile ilgili problemlere işaret eden, Fuad
Sezgin’in Buhari’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar (Kitabiyat Yay. , Ank.
2001²) adlı eseri gibi, tam anlamıyla
akademik çalışmalar da yapılmıştır. Ne var ki, bu çalışmadan oryantalistlerin
nisbeten haberdar olduğu söylenebilirse de, İslam dünyasının, hele bu
çalışmanın yapıldığı ülkemizin ilahiyatçılarının bu eserden ya haberi yoktur,
ya da bu çalışmanın değeri gereği gibi takdir edilememiştir.
6. 1976
(İstanbul), 1979 (Katar), 1982 (Libya), 1982 (Cezayir), 1985 (Mısır), 1989
(Ürdün), 1995 (İstanbul) yıllarında Sünnet-Siret üzerine bir dizi uluslar arası
toplantı düzenlemiş ve tebliğleri basılmıştır. Bu toplantılar, raporları ve
değerlendirmeleri için bkz: es-Sunnetu’n Nebevviyye ve Menbucabâ fi
Binâi’l-Ma’rifeti ve’l-Hadâra (Muessesetu
Âli’l-Beyt, Ammân, 1991, I.cilt (Raporlar); Bir sempozyumun Anatomisi
(18-20 Kasım Tarihlerinde İstanbul’da Düzenlenen “Sünnet’in Dindeki Yeri”
Konulu Uluslar arası Sempozyum) İslamî Araştırmalar-Hadis-Sünnet Özel Sayısı
(Ank., 1997/1-3), s. 183-184.
7. Bu konuda
Abdullah Aydemir’in oldukça aydınlatıcı olan iki çalışmasına işaret etmek
yeterli olacaktır: Tefsirde İsrailiyat (D.İ.B. Yay. , Ank., 1979) ve İslamî
Kaynaklara Göre Peygamberler,(T.D.V yay. , Ank., 1992).
8.Zira
sadece Almanca’da yazılmış olan İslam’a dair makalelerin indeksi dahi pek çok
cilt tutmaktadır. Bkz: Bibliographie der Deutschspachigen Arabistik und
Islamkunde, ( I-XIX), Hrsg. Von Fuat Sezgin, Frankurt am Main:. Institut für
Geshichte Arabischen-Islamischen Wissenschaften, 1990-1993.Yine İslam’a dair
İngilizce makalelerin ne kadar yoğun olarak neşredildiği kolayca anlaşılır.
9. Sözünü
ettiğimiz eserler Arapça metinleriyle karşılaştırıldığında yüzlerce örnekle
karşılaşılacağında şüphe yoktur. Nitekim ileride bu konuda bazı örnekler de
verilecektir. Ancak bu tür tasarrufların hangi İslamî (!) hassasiyetle
yapıldığı ise, bizce cevapsız bir sorudur.
10. Bu
konuda geniş bilgi için bkz. Es-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiiyye (Mısır, 1968),
VI.287-389.
11. Bu
konuda verilebilecek örnekler o kadar çoktur ki, bunları burada tek tek
zikretmek mümkün değildir. Ancak bir örnek vermiş olmak için Ahmed Hulusi’nin
bir dizi eserini – özellikle de Akıl ve İslam’ı- zikredebiliriz.
12. Bkz.
Recep Yılmaz, Din Görevlilerinin Hadis Birikim Seviyeleri Üzerine Tecrübî Bir
Araştırma, (Yayınlanmamış Y.L.Tezi, A.Ü.İ.F. ,Ank., 1994).
13.Fethullah
Gülen, Prizma, I., 150-151.
14.Radyo
Moral FM’de 23.7.1996, saat 15:40’da Osman Değirmenci ile yapılan sohbetten
Prof. Dr. M.
Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi. Ankara Okulu
yayınları, Ankara 2006.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder