TASAVVUFUN İSLAM'A VERDİĞİ ZARARLAR -II-
Ahmed KALKAN
Bid’at Olan, aslı Olmayan İbâdetler
Allah’ın emir ve tavsiyesi olmadığı, Rasûlulullah’ın sünnetinde
bulunmadığı halde ibâdet diye yapılan ve tavsiye edilen nice hususlar, meselâ
semâ âyini, râbıta, hatme (hâcegân hatmi gibi bir hatim), uydurma sözlerle ve
sünnette olmayan uygulama şekilleriyle zikretmek, kabirlerden tevessül etmek,
yüz suyunun hürmetine inanmak…
Cihad için hazırlıklı olma anlamına gelen “murâbata” kavramını
tahrif ederek, ibâdet inancıyla uydurdukları bir çeşit yoga olan “râbıta”
anlamında âyeti tahrif ederek sünnette olmayan apaçık bir bid’ati dinin emri
gibi tavizsiz uygulayıp bundan sevap ummak…
Zikir Anlayışı; Zikir Kavramını Tahrif
Kur’an’ın 30 civarında farklı anlamda kullandığı zikr’i “sadece
dille belirli lafızları söylemek” şeklinde anlamak ve Kur’an ve Sünnette
olmayan ifâdeleri zikir ibâdeti olarak uygulamak; Kur’an’da “Allah’ın size öğrettiği
şekilde zikredin” (2/Bakara, 239) denildiği halde, Kitap ve Sünnette olmayan
şekil ve usullerle tuhaf tarzlarda zikir icat etmek…
Tevhide Bakış
Tevhid ve şirk gibi temel Kur’anî kavramları, nâfile ibâdetler
kadar bile önemsememek, din ve takvâ adına bile bazı şirk ve haramları tavsiye
etmeye kalkmak, apaçık şirk olan Allah’ın yarattığı bazı şahısları veya
varlıkları Allah’a benzetmekten çekinmemek…
İstişare ve istihare
anlayışında Kitap ve Sünnet dışı anlayışlar geliştirmek, çoğunlukla şeytanın
müdahale edebileceği rüyayı istihare için gerekli görüp istihareyi rüya falı
şekline çevirmek…
Şekilcilik: Kılık-kıyafete, çarşafa, sakala, sarığa, cübbeye,
cübbeliye haddinden fazla değer verip takvânın kalpte olduğunu bilmezlikten
gelmek…
Nefis Kavramını Dejenere Etmek
Kur’an’daki hevâ kavramını nefs kelimesiyle değerlendirmek, nefsi
aşağılamak, derecelere/basamaklara ayırmak, nefisle mücâdeleyi büyük cihad
saymak, onu yok etmeye/öldürmeye çalışmak; bu konuda nice uydurma rivayetleri
hadis diye takdim etmek;
İlim kaynağı olmadığı halde, rüya, ilham ve işrâkı, keşfi,
müşâhede, muhâdese ve zuhurâtı ilim kaynağı kabul etmek;
Pasifliği, zilleti, zâlimlere seyirci kalmayı, görevini yapmamayı
sabır zannetmek;
Sevgide ölçüyü ve hedefi ayarlayamamak, Allah sevgisini nice çirkin
anlayışlara zemin olacak şekilde “aşk” tabiriyle dillendirmek; bazı insanları
Allah’ı sever gibi sevmek…
Şefaat Anlayışı
Kur’an’ın reddettiği haram ve şirk şefaat anlayışı olan, Allah’a
rağmen insanı kurtaracak, din gününün tek sahibinin hükmünü iptal edip insanı
âhirette azaptan kurtarabilecek tanrılar edinmeye benzer anlayışlar…
Dinin Kurallarını Önemsememek
Şathiye, sekr hali, istiğrak, cezbe vb. şekillerle dinin
hükümlerini çiğnemeyi normal saymak; şeriatı basite alacak ve onu kabuk kabul edecek
ifadelerle esas önemli olanın tarikat ve hakikat olduğu iddiasında bulunmak,
Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilmemesine ciddi bir tepkide bulunmamak…
Aracısız olarak Allah’a yapılması gereken tevbeyi, almak-vermek
şeklinde bir insan karşısında yerine getirmenin gereğine inanıp günah
çıkartmaya benzeyecek uygulamalar ihdâs etmek…
Dünyadan el etek çekmeyi zühd saymak, uzleti tavsiye etmek, bir
lokma bir hırka anlayışını takvâ saymak…
Hakka Bâtılı Karıştırmak
Yukarıda anlatılanlarla görüldüğü gibi, hemen her konuda hakka
bâtıl karıştırılarak tertemiz İslâm yolu, tasavvufî uydurmalar ve hurafelerle,
tahrif ve dejenerasyona sürüklenmek istenmektedir. "Hakk'a bâtılı
karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin." (2/Bakara, 42). Hepimize bu
konuda çok iş düşmekte, önce kendimizi ve çevremizi bu bâtıl zihniyete karşı
korumamız, Kur’an ve Sünnet çizgisini tekrar hayatımıza ve giderek tüm dünyaya
hâkim kılmak için tüm imkânlarımızı seferber etmemiz gerekmektedir.
Ünlü Tasavvufçular
Tasavvuf büyüklerinin yukarıda
belirttiğim yanlış/bâtıl din anlayışı konusunda en küçük bir itirazları,
eleştirileri, katılmadıklarını belirttikleri bir husus yok. Tasavvuf bir bütün,
ya tümüyle kabul edilir veya tümüyle reddedilir. Tarihsel süreç içinde bu böyle
kabul edilmiştir, bize böyle gelmiştir. Bir de tasavvufçu olmadıkları halde
sempatizan grup vardır. Onlardan bazıları mümkün tasavvufun bazı unsurlarını
kabul etmeyebilir, te'vil edebilir; ama sempatizan oldukları için bunları çok
da önemsemez.
Ünlü tasavvufçulardan tasavvufun şirk özelliklerine, haram ve
hurafelerine ciddi anlamda karşı çıkan birini ben bilmiyorum. Tasavvufun
şirklerine batmamış bir ünlü tasavvufçu tanımıyorum. Tam aksine, tasavvufu
halka yayan, şathiye denilen nice küfür lafzını, Allah'a karşı küstahça ve ukelaca
sözleri söylemekten çekinmeyen halktan daha problemli ve daha veballi insanlar
olarak görüyorum.
Şathiye
Şath: Üzerinde bönlük, saçmalama ve dâvâ kokusu olan sözdür. Böyle
bir şeye kalkışmak, gerçeklere göre sürçmektir, suçtur (Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfât,
s. 76). Kelimenin kök anlamında sözde ölçüyü kaçırmak anlamı vardır. Şatah da;
çelişkili ifâde, latîfe, mizah demektir; çoğulu şatâhat'tır. Şatah, çürük
sözler olarak da tanımlanır. Şatha âit sözlere şathiye denir. Türk tasavvuf
edebiyatında ciddi bir düşünce veya duyguyu, çoğunlukla da İslâm inançlarını ve
şeriatın hükümlerini iğneleyici ve alaylı bir şekilde anlatan şiirlere şathiye
denir. Bu tür şiirlere daha çok tekke şâirleri rağbet göstermişlerdir. Hatta bu
nedenle şathiye yerine; şathiye-i sûfiyâne terimi kullanılır. Allah ile
senli-benli, şakalı bir edâ ile konuşur gibi yazılan şathiyelerde daha çok
inançlar, sözkonusu edilir ve alaylı bir
dil kullanılır. Bazıları saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla
ilgili türlü kavramlara değindiği görülür. Şeriate aykırı veya mânâsız gibi
söylenen düşüncelerin, aslında vahdet-i vücut felsefesindeki görüşleri
bildirdiği kesindir. Tasavvuf ıstılahları arasında şathiyenin önemli bir yer
tutmaya başlaması, vahdet-i vücut ekolünün yaygınlık kazanmasıyla paralellik
gösterir.
Tasavvufla ilgili eserlerde şathiyelerle ilgili çok bol malzemeler
görülür. Hallâc-ı Mansur'un "Ene'l-Hakk" (Ben Hakk'ım/Allah'ım) sözü
ile; Bayezid Bestâmî'nin "Sübhânî mâ a'zame şânî" (Kendimi tesbih
ederim, noksan sıfatlardan tenzih ederim, şânım ne yüce oldu) sözü yaygın
olarak bilinen ve tüm tasavvufçularca tevil edilerek de olsa kabul edilen iki
şathiye örneği olarak verilebilir. Yine, Bâyezid Bistâmî'ye âit: "Bir
denize daldım ki, peygamberler o denizin sâhilinde durdu" sözü de
böyledir. Şu söz de ona aittir: “Benim bir benzerim ne gökte bulunur; ne de
benim sıfatımın bir benzeri yeryüzünde bili¬nir!”
Tasavvufçulara göre şathiyye, "dıştan (zâhiren) ve ortalama
(şeriatla ilgili) bilgilerle bakıldığı zaman şeriata aykırı imiş gibi gözüken,
fakat tasavvufî/bâtınî anlamda bir hakikati ifâde eden söz ve
deyişlerdir." (Türk Dili ve Edebiyatı Ans. Dergâh Y. c. 8, s. 108).
Şathiye adı verilen bütün bu elfâz-ı küfrü tasavvufçular hiç
eleştirmez, savunur ve sahip çıkarlar. Te'vil etmeye çalışırlar: Bunlar vecd
halinde, bir nevi sarhoşluk ânında söylenen sözlerdir. Bu sözleri söyleyenler
Allah'a o kadar yakın olmuşlar ki, bu samimiyetle senli-benli konuşmaya
başlamışlar. Bunlarınki naz makamıdır, onlar için bu sözler câizdir; ama o
makamlara erişmeyenlerin bu tür sözleri câiz olmaz... "Ben Hakk'ım, -hâşâ-
Allah'ım" diyenleri savunan ve bu sözlere teville karışık sahip çıkan
zihniyetten beklenen tavır farklı olamazdı, denilebilir. Bunlar, iddiâ edildiği
gibi, cezbe ve sarhoşluk zamanında (İçki içmeden insan nasıl sarhoş olur? Hz.
Peygamberimiz veya ashâbdan böyle bir şey hiç nakledilmiş midir?) söylenmiş
sözler değildir. Kitaplara geçmiş, tekrarlanmış, tasavvufçular tarafından
dillendirilip kabul edilmiş, savunulmuş, hatta kutsal söz gibi kabul
edilmiştir. Meselâ nakşibendîlerde ve diğer çoğu tarikatlarda kelime-i tevhid
zikri olarak şeyhler tarafından müridlere vird olarak verilen ifadelerden biri:
"Lâ mevcûde illâllah" (Allah'tan başka mevcut -varlık- yoktur)
sözüdür. Bunu, kendilerine göre belirli aşamaya gelmiş her tasavvufçu günde
bilmem kaç bin defa söyler, tabii ki bunlar Allah'ın öğrettiği ve Rasûlü'nün
uygulayıp tavsiye ettiği zikir/ibâdet cinsinden değildir, büyük ve fecî bir
bid'attir.
Saf zihinlerin olumsuz etkilenmesi, şeytanın onlara bu sözlerle
vesvese vermesi gibi riskler içermesinden ötürü, Allah'tan af dileyerek,
bunlardan bir kısmını konuya örnek olması için iktibas etme zarûreti duyuyorum.
Zâten araştıran insan, bunları bu tasavvufçu şâirlerin eserlerinde ve onlardan
alıntı yapan birçok tasavvuf kitabında kolaylıkla bulabilir.
"Sâlik, kâfir olmadıkça Müslüman olamaz, kardeşinin başını
kesmedikçe Müslüman olamaz. Anası ile tezevvüc etmedikçe (evlenmedikçe)
Müslüman olamaz." (Mektubat, İmam Rabbani, 445. Mektup)
"Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, / Anana kâbin kıydır,
Hakk'ı ıyân göresin." Sadeleştirip bugünkü dille söylersek: "Git,
kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece) Allah'ı açıkça
görmüş olursun." (Yunus Emre)
“Ey akıllı kişi! iyi düşün... Put, varlık bakımından bâtıl değildir
ki,
Bil ki putu yaratan da Ulu Tanrı... İyinin yaptığı her şey iyidir.”
(Şebusterî)
"Sekiz cennet yaptın sen Âdem için / Adın büyük, bağışla onun
suçun / Âdem'i cennetten çıkardın, niçin? / Buğday nene lâzım, harmancı mısın?
Hafâya çekilip seyrâna durdun / Aklı yetmezlerin aklını urdun /
kıldan ince köprü yaptın da kurdun / Akar suyun mu var, bostancı mısın?
Yüz bin cehennemin korkmam birinden / Rahmân ismi nâzil değil mi
senden? / Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen? / Affet günahımı, yalancı mısın?
Şânına düşer mi noksan görürsün / Her gönülde oturursun, yürürsün /
Bunca canı alıp yine verirsin / Götürüp getiren kervancı mısın?
Bilirsin ben kulum, sen sultânımsın / Kalpde zikrim, dilde
tercümânımsın / Sen benim canımda can mihmânımsın / Gönlümün yârisin, yabancı
mısın?" (Azmi Baba)
"Kıldan köprü yaratmışsın / Gelsin kullar geçsin deyû / Hele
biz şöyle duralım / Yiğit isen geç a Tanrı." (Kaygusuz Abdal)
"Kıl gibi köpri gerersin geç deyû / Gel seni sen tuzağından
seç deyû / Ya düşer ya dayanır yahut uçar / Kıl gibi köprüden âdem mi geçer? /
Kulların köprü yaparlar hay için / Hayrı budur kim geçerler seyr içün..."
(Yunus Emre)
"Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür / Otuz iki Hak kelâmı sözüdür. /
Cümle âlem bil ki Allah özüdür / Âdem ol candır ki güneş yüzüdür." (Seyyid
Nesîmî)
“Kullanırsın kanatsızca rüzgârı / Kürekle mi yaptın sen bu dağları
/ Ne yapıp da öldürürsün sağları / Can verub can alırsın sen cancı mısın? /
Sekiz cennet yaptın sen Adem içün / Adın büyük bağışla anın suçun / Adem’i
çıkardın cennetten niçün / Buğday nene lazım harmancı mısın?” (Azmî)
"Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın / Yapıp da neylersin, bundan
sana ne? / Halk ettin insanı saldın cihana / Salıp da neylersin bundan sana ne?
/ Bakkal mısın, teraziyi neylersin? / İşin gücün yoktur gönül eylersin / Kulun
günahını tartıp neylersin? / Geçiver suçundan bundan sana ne? / Katran kazanını
döküver gitsin / Mü'min olan kullar dîdâra yetsin / Emreyle yılana tamûyu
yutsun / Söndür şu ateşi bundan sana ne? / Sefil düştüm bu âlemde nâçarım /
Kıldan köprü yaratmışsın geçerim / Şol köprüden geçemezsem uçarım / Geçir
kullarını bundan sana ne? / Behlül Dânâ'm eder cennet yarattın / Nice kulları
cehenneme attın / Nicesin âteş-i aşk ile yaktın / Yakıp da neylersin bundan sana
ne?"
"Aşk katında küfr ile İslâm birdir / Her kanda mesken eylese
âşık emîrdir." (Seyyid Nesîmî)
"Benem Hakk'ın kudret eli / Benem belî aşk bülbülü / Söyleyip
her türlü dili / Halka haber veren benem." (Yunus Emre)
Söylediği şathiyeler/küfür lafızları devrinde muvahhid Müslümanları
kızdırmış ve ona karşı tavır alınmasına sebep olmuş olacak ki, Yunus Emre şöyle
der: "Yûnus bu cezbe sözlerin / Câhillere söylemegil / Bilmez misin
câhillerin / Nice geçer zamânesi." Böyle dediği halde, duramaz, nice
şathiyeler döktürür. Bunlardan kimileri, sadece tasavvuf çevresinde değil;
müslüman halk arasında da şöhret bulmuştur. Şu dörtlük onlardan biridir:
"Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç hûri / İsteyene ver anı /
Bana seni gerek seni."
Şeriatı Basite İndirgeme
Tasavvufta şeriat, bir dış yapı olarak ele alınmış ve işin içyüzüne
hakikat denilmiştir. Şeriatten hakikate giden yola tarikat denir. Şeriat, kabuk
kabul edilmiş, tarikat ve hakikat öz olarak değerlendirilmiştir. Şeriatın
emirlerine uyup tarikata girmeyen kişiler, işin kabuğunda kalmakla itham
olunmuşlardır.
Mutasavvıflar, şeriate direkt cephe almaktan çekinmişler,
benzetmelerle onu hafife almayı tercih etmişlerdir: "Dinin şeriat kısmı,
cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğuna, tarikat kısmı, sert olan iç kabuğuna,
hakikat kısmı yenilecek olan içine, mârifet kısmı ise cevizin aslına ve
mâhiyetine benzer. Bal, bal denilmekle ağız tatlanmayacağı gibi, bir cevizin
yeşil kabuğu ısırılmakla da, ondan ağıza bir tad gelmez. Asıl tad, cevizin
içinin yenilmesindedir. Bununla beraber, cevizin ta kendisi olabilmek daha
iyidir. İşte mutasavvıflar, ilme'l-yakîn (bilmek), ayne'l-yakîn (bulmak) ve
hakka'l-yakîn (olmak) gibi üç kelime ile özetle ifâde ettikleri mânânın da bu
olduğunu söylerler. Yalnız cevizin adını işitmek, sonra onu arayıp bulmak,
hatta yemek kâfi değil; cevizin ta kendisi olmak da lâzımdır. Bu dört
mertebenin birincisi şeriattir, avâma (halka, aşağı tabaka, câhil kesim, ayak
takımı) mahsustur. İkincisi tarikattir, havassa (üst tabaka, seçkinler, aydınlar,
tarikat mensupları) mahsustur. Üçüncüsü hakikattir, havassü'l-havassa
(seçkinlerin seçkini, tarikatın üst seviyesindekiler) mahsustur."
Kastamonu'lu Şaban-ı Veli, bu dört yolu şu sûretle de ifâde etmiştir: Şeriat
beden için; tarikat halk için, hakikat ruh için, mârifet Hak içindir."
(Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, s. 230)
Şeriatın benzetildiği cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğu yenilmez
acılıktadır. Sadece cevizi korur. İçindeki gıda veren tatlı cevize ulaşmak için
yeşil kabuğu ezmek ve kırmak gerekir. Üst kabuğu kırmadan içe ulaşılmaz. O
yüzden cevize (hakikate) ulaşmak için şeriatın kırılması, o kabuktan
kurtulunması gerekmektedir. Verdikleri örnekten yola çıkarak şeriatın ne kadar
basit, kabuk ve aşılması gereken husus olduğu vurgulanır. İşin özü kabul edilen
"hakikat"in ne olduğu bize göre çok belirgin değildir; kendileri
tevil ve yorumlarla bu özün ancak tasavvufa gönül verenlere açılacağı gizli ve
büyük hazine olduğunu belirtirler. Onlara göre, kabukta kalanlar zâten bunları
anla(ya)maz. Bu ve benzeri örnek ve ifâdelerden şeriatın içinde hakikat
olmadığı, hakikatin daha derinde ve daha başka şey olduğu anlatılmış olur.
Şeriat ilmi ve yaşayışı, hakikat ilmine ve yaşayışına aykırı olduğu belirtilmiş
olur. Bu hakikatin İslâm mı, küfür mü demek olduğu kimsenin aklına gelmez ve
sorgulanmaz. Çünkü kullandıkları kelimeler, kavramlar hep İslâmî kavramlardır.
Hakikate karşı çıkmak gibi bir suçlamayı göze alan pek çıkmaz. Zâten tüm toplum
tarafından kabul görülen bu tasavvuf anlayışına karşı çıkmak cesâret
isteyecektir. Ama şeriatın hakarete uğraması pek önemli kabul edilmez, ona bu
sataşmalar müslümanlar tarafından bile olmadık tevil ve hatalı hüsn-i zanlarla
müsâmaha bulur. Olan da şeriata olur. Bugün halk arasında şeriatı öcü gibi
görülmesinde, onun gerçek İslâm'dan, Kur'an'dan ayrı bir şeymiş gibi kabul
edilip yer yer çatılmasında bu geleneksel din anlayışı haline gelen yaklaşımın
büyük payı vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder