Genel kabul gören yaklaşıma göre Hz. Peygamber’in insanlığa
sundukları üç gruba ayrılmaktadır:
1- Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e inzal ettiği ve tilavetiyle
ibadet edilen vahiy. Bu vahiy her hangi bir harfinde bile değişiklik olmaksızın
mütevatiren korunarak gelmiştir. Hem lafız hem de mana yönüyle mucizedir. Bu
nedenle manayla rivayet edilmesi caiz değildir. Bir insanın buna eşit düzeyde
bir metin oluşturabilmesi imkânsızdır.
2- Nebevî hadis: Lafız ve manası Hz. Peygambere ait olanlar.
3- Kudsî hadis: Allah Teâlâ tarafından vahiy, ilham, rüya gibi
değişik bilgi edinme yollarıyla anlamı Hz. Peygamber’e bildirilen, Allah
Rasûlü’nün de kendi ifadeleriyle Allah’a nispet ederek aktardığı hadislerdir.
Bunlara “rabbânî hadisler” keza “ilâhî hadisler” de denmektedir. Bu hadislerin
lafızları Kur’an gibi mu’ciz değildir. Bu tür hadislere Kur’an’dakine benzer
bir ilahîlik vasfı kazandırmak, Allah ile bağıntısı olduğunu göstermek amacıyla
kudsiyet atfedilmiş ve bunu ifade etmek için de “kudsî” ifadesi kullanılmıştır.
Manası Allah’a ait olduğu için kutsallık boyutu vurgulanmış, Rasûlullah ifade
ettiği için de hadis denmiştir. Zira Allah’a izafe edilmek, Hz. Peygamber’in
diğer hadislerinde olmayan bir özelliktir. Bu açıdan ne Kur’an mertebesi kadar
yüksek bir konumdadır. Ne de hadîs-i şerif mertebesindedir. İkisinin arası bir
konumdadır.
I-Kudsî hadislerin temel özellikleri:
Kudsî hadisleri diğer hadislerden ayırarak ayrı bir kategoride
değerlendiren yaklaşım söz konusu hadislerin muhtevalarına bakarak ayırt edici
bazı özellikleri olduğunu tespit etmişlerdir. Bunlardan birkaçı şunlardır:
1- Bu tür hadislerin metninin başında Hz. Peygamber’e nispetle
“kâle Rasulullah fî mâ yervî an rabbih”, “kâlellâhu Teâlâ fi mâ ravâhu anhu
Rasûlullah”, “ani’n-Nebiyyi fî mâ yervî an rabbih” gibi ifadeler yer alır.
Dolayısıyla diğer hadislerde sözün isnadı Hz. Peygamber’de son bulurken bu
hadislerde söz Allah’a izafe edilir. Hz. Peygamber bir anlamda ravi
konumundadır.
2- Bu hadislerde birinci şahıs zamiri yer alır. Muhataplar da genellikle
Hz. Peygamber, insanlar ve meleklerdir. Örneğin: “Ey kullarım! Ben zulmü
kendime yasakladım.” (Muslim, Birr, h. no: 55). “Kullarımdan bir kısmı, bana
inanıp yıldızları inkâr ederek sabahladı.” (Buhârî, Megâzî, bab: 35).
3- Bu hadislerde ahkâm konuları yer almaz. Bunun yerine güzel
ahlak, Allah’ın rahmetinin genişliği ve bazı ibadetlerin fazileti gibi hususlar
işlenir. Bir bütün olarak mütalaa edildiklerinde, insanın ibadet dünyasını
güzelleştirmeye, ahlakını tekâmül ettirmeye, daha geniş bir ifadeyle iyi bir
kul olmasını sağlamaya yönelik oldukları görülür.
II-Kudsî hadis örnekleri:
Kudsî hadislerin neliği hususunun zihinlerde netleşmesi amacıyla
halk arasında da meşhur olan ve en muteber hadis kitapları kabul edilen Buhârî
ile Muslim‘den birkaç örnek vermek istiyoruz:
1- “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Salih kullarım için ben
cennette, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin
gönlünden geçirmediği nimetler hazırladım.” (Buhârî, Bed’u'l-halk, bab: 7).
2- “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Âdemoğlunun her ameli kendisi
içindir. Fakat oruç böyle değildir. O, sırf benim (rızam) için yapılan
ibadettir. Onun (sayısız) mükâfatını bizzat ben vereceğim.” (Buhârî, Savm, bab:
9).
3- “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Rahmetim gadabımı geçmiştir.”
(Muslim, Tevbe, h. no: 15)
III-Kudsî hadis tanımının ortaya çıkışı:
Kudsî hadis ilk dönem hadis çalışmalarının konusu değildir. Her bir
hadis, kitabın hazırlanma tekniğine uygun olarak ilgili yere konuyordu.
Konularına göre olan çalışmalarda, dâhil oldukları bahislerde; ravi esaslı
çalışmalarda da ravisinin adının altında yer alıyordu. Dolayısıyla ilk dönem
hadis kitaplarının bu tür hadislere özel bir konum biçtiğini söylemek zordur.
Bu nedenle, hadis musannifleri için hadisin her türlüsünün aynı kabul edildiğini
söylemek gerçekçi bir tespit olacaktır.
Nitekim kudsî hadis ifadesi terim olarak hicrî VI. yüzyıldan sonra
bu alanda yazılan derleme çalışmalarından sonra ortaya çıkmıştır. Söz konusu
hadisin ilk tanımı ise VIII. hicrî asırda Hüseyin bin Abdullah et-Tîbî (ö.
743/1342) tarafından yapılmıştır. Daha sonraki süreçte de diğer tarifler yapıla
gelmiştir. Dolayısıyla VI. asra kadar İslam ümmetinin zihin dünyasında kudsî
hadisin ve onun netliği hususunda düşünsel anlamda bir sorgulama olmadığı
anlaşılmaktadır. Bu da önceki dönemlerde hadislerin bir ayrıma tabi tutulmadan
bir bütün olarak tek potada değerlendirildiği anlamına gelmektedir.
IV-Kudsî hadislerin sıhhat durumu:
“Kudsî hadis” ifadesindeki kudsiyet ifadesi veya bunların
manalarının Allah’a ait olduğu yaklaşımı, söz konusu hadislerin mutlak olarak
sahih oldukları veya Kur’an gibi değerlendirilecekleri sonucunu doğurmaz.
Sonuçta bunlar birer ahad rivayetlerdir ve hadisçilerin uygulayageldikleri her
türlü kriter bu hadisler için de geçerlidir. Kaldı ki, sahih kabul edilen kudsî
hadislerin sayısının 100-550 arasında olduğu ifade edilmektedir. Verilen
rakamlarlar ise yapılan derleme çalışmalarına bakılarak ifade edilen
sayılardır. Ayrıca, kaç tanesi sahih kabul edilirse edilsin, bu hiç önemli
değildir. Zira sahih kabul etme izafî bir eylemdir. Dolayısıyla rivayetler
hadis tenkidine açıktır. Birilerinin onları sahih kabul etmiş olmasının veya
herhangi güvenilir bir kitapta yer alıyor olmasının fazlaca önemi yoktur.
Netice itibarıyla, kudsî hadisleri ele aldığımızda büyük
çoğunluğunun sıhhat açısından problemli olduğunu söylemek durumundayız. Zaten
bunların bir kısmı tasavvuf ehli arasında şöhret bulmuştur ve (keşf gibi)
hadisçilerin kabul etmediği yöntemlerle sahih oldukları iddia edilmişlerdir.
Dolayısıyla kudsî olarak değerlendirilen rivayetlerin bir bölümünün tasavvuf
eserlerini süsleyen rivayetler olduğunu söylemek mümkündür. Sûfilerin
eserlerine aldıkları veya aralarında birbirlerine aktardıkları rivayetlerin
sıhhat açısından problem taşıyabileceği zaten herkesin malumudur. İki örnek
verecek olursak:
1- “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi murad ettim. Bilineyim
diye mahlûkatı yarattım.” İsmail Hakkı Bursevî’nin şerh etmek maksadıyla Kenz-i
Mahfî diye bir eser yazdığı bu hadis, bütün hadis bilginlerince mevzu kabul
edilmiştir. Öyle ki, mevzu hadislere mevzu olduklarını söylemekten çekinen
Suyûtî bile buna mevzu diyebilmiştir.
2- “Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım.” Mevzu hadislere dair
yazılmış olan çalışmaların tamamı bu rivayeti mevzu olarak kabul etmiştir.
Sıhhat açısından problemli olan kudsî hadislerin sayısal olarak
fazla olmasının en büyük nedenlerinden birisi, sözün Allah’a nispet ederek
insanlara tesir etme çabasıdır. Bir takım gayeleri olan kişiler, kendi amaçları
doğrultusunda Kur’an’a bir şey ilave ederek Allah’ın kitabını davalarına direkt
olarak alet edemediklerinden dolayı hadislere yönelmişlerdir. İnanç, hukuk vb.
alanlarda kendi görüşlerini destekleyen pek çok hadis uydurmaları yanında
Allah’ı da eylemin içine dâhil ederek kudsî hadisler uydurmuşlardır.
Esasında bu hadislerin genelde ahlakî boyutla sınırlı kalması söz
konusu hadisleri kimlerin uydurabileceği hususunda bir ipucu vermektedir. Bazı
tasavvuf çevrelerinin, insanların ahlakî bozulmuşluğunu durdurmak ve İslamî
değerler etrafında kalan bir yaşam sürmelerini sağlamak amacıyla bu tür
hadisleri uydurmaya yöneldiklerini söylemek kabul edilebilir bir yorum olarak
durmaktadır. Lakin kudsî hadislerin büyük kısmındaki sıhhat sorununa rağmen
tamamının problemli olduğunu söylemek haksızlık olur. Nitekim söz konusu
hadislerin önemli bir bölümü Kütüb-i Sitte hadisidir ve klasik hadis tenkit
yöntemlerine göre her hangi bir problem de içermemektedir.
V-Kudsî hadislerle ilgili iki problem:
Bütün hadis külliyatı için söz konusu olan iki temel problem vardır
ve bunların üzerinde ciddi çalışmalar bugüne kadar yapılmış değildir.
1- Merfu olarak gözüken bazı hadisler başka yerlerde sahabi kavli
olarak nakledilmektedir. Bu nedenle hadislerin tüm varyantlarını toplayacak ve
bunlardan ortak bir metin oluşturacak ve de kimin sözü olduğunu ortaya
çıkaracak çalışmalara ihtiyaç vardır. Zira sözün gerçekte kime ait olduğunun
tespiti onun delil olarak değerlendirilmesi noktasında farklı bir yere
konumlandırılmasına sebep olabilmektedir. Zira merfu hadisin mevkufla aynı
olmadığı ehlince malumdur. Buna benzer durum kudsî hadislerde söz konusudur.
Kudsî olarak tanımlanan hadisin normal merfu hadis olarak da geçtiğine şahit
olabilmekteyiz. Dolayısıyla raviler açısından bir kusurun varlığından söz etmek
mümkün gözükmektedir.
2- Hadislerin Kitab-ı Mukaddes‘e arz edilmesi bugüne kadar ihmal
edilmiş olan çok önemli bir konudur. Özellikle tefsir kitaplarında yer alan ve
İsrâîliyyât olarak adlandırılan rivayetlerin ayıklanması hususunda oldukça
titiz çalışmalar yapılmıştır ancak hadis metinlerinin birebir Eski Ahit ve Yeni
Ahit‘te bulunup bulunmadıkları konusu ciddi anlamda tetkik edilmemiştir. Oysa
bugün bizler bazı hadislerin metin olarak aynı ifadelerle Kitab-ı Mukaddes‘de
yer aldığını biliyoruz. Eşleşen rivayetlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği
hususu da ayrı bir araştırma konusudur. Bu problem kudsî hadisler için de söz
konusudur.
Durumu netleştirmek için örnekler vermek uygun olacaktır:
1- “Rabbinden naklettiği şeyler meyanında Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Her kim bir iyilik yapmaya niyet eder de yapmazsa Allah ona bir sevap yazar.
Niyet eder de aynı zamanda yaparsa, Allah ona on ile yediyüz arasında sevap
yazar. Kim de bir kötülük yapmaya niyet eder, sonra onu yapmaktan vazgeçerse
Allah ona bir sevap yazar. Niyet eder de yaparsa, bu takdirde bir kötülük
yazar.” (Muslim, İman, h. no: 207; Buhârî, Rikâk, bab: 31)
Bu rivayet Rasûlullah’ın kendi sözü olarak da nakledilmiştir. Şöyle
ki: “Kim bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapmazsa ona bir sevap yazılır. Kim
bir iyilik yapmaya niyetlenir de o iyiliği yaparsa, o zaman ona on ile yediyüz
arasında sevap yazılır. Kim bir kötülük işlemeye niyet eder, ama onu yapmazsa,
ona kötülük yazılmaz, şayet yaparsa bir kötülük yazılır.” (Muslim, İman, h. no:
206)
2-a) Muslim‘de şöyle bir hadis yer almaktadır: “Allah Teâlâ kıyamet
günü buyurur: ‘Ey Âdemoğlu! Hastalandım beni ziyaret etmedin.’ Âdemoğlu ‘Ya
rab! Seni nasıl ziyaret edebilirim. Sen âlemlerin rabbisin.’ diyecek. Allah ona
‘Bilmiyor muydun, filan kulum hasta oldu, sen ise onu ziyaret etmedin. Bilmiyor
muydun, onu ziyaret etmiş olsaydın, beni onun yanında bulurdun. Ey Âdemoğlu!
Senden yiyecek istedim ama beni doyurmadın.’ buyuracak. Âdemoğlu ise ‘Ya rabbi!
Seni nasıl doyurabilirdim ki? Sen âlemlerin rabbisin?’ diyecek. Allah şöyle
buyuracak: ‘Bilmiyor musun, falan kulum senden yiyecek istedi de onu
doyurmadın. Bilmiyor muydun ki, onu doyurmuş olsaydın, onu benim nezdimde
bulacaktın. Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, bana su ikram etmedin?’ Âdemoğlu
‘Ya rabbi! Sana nasıl su ikram edebilirdim ki? Sen âlemlerin rabbisin?’
cevabını verir. Allah da ona şöyle buyurur: ‘Falan kulum senden su istedi.
Ancak sen ona su vermedin. Ona su ikram etmiş olsaydın, bunu benim nezdimde
bulacaktın.” (Muslim, Birr, h. no: 43).
Buna benzer bir metin İncil‘de yer almaktadır: “O zaman Kral
sağındakilere diyecektir: Ey, sizler! Babamın mübarekleri, gelin dünya
kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan melekûtu miras alın. Zira aç
idim, bana yiyecek verdiniz; yabancı idim, beni içeri aldınız. Çıplak idim,
beni giydirdiniz; hasta idim, beni aradınız; zindanda idim, yanıma geldiniz.’ O
zaman salihler ona cevap verip diyecekler: ‘Ya Rab! Biz seni ne zaman aç görüp
yedirdik veya susamış görüp içirdik? Ve ne zaman seni yabancı görüp içeri aldık
veya çıplak görüp giydirdik? Ve ne zaman seni hasta veya zindanda görüp yanına
geldik?’ Kral cevap verip onlara diyecek: ‘Size doğrusunu söyleyeyim, bu en
basit kardeşlerimden biri için yaptığınızı, benim için yapmış oldunuz.’ Sonra
solundakilere şöyle diyecek: ‘Ey lanetliler! Çekilin önümden! İblis ile onun
meleklerine hazırlanmış ebedi ateşe yollanın. Çünkü acıkmıştım, bana yiyecek
vermediniz; susamıştım, bana yiyecek vermediniz; yabancıydım, beni içeri
almadınız; çıplaktım, beni giydirmediniz; hastaydım, zindandaydım, benimle
ilgilenmediniz.’ O vakit onlar da şöyle karşılık verecekler: ‘Ya Rab! Seni ne
zaman aç, susamış, yabancı, çıplak, hasta ya da zindanda gördük de sana hizmet etmedik?’
Kral da onlara şu cevabı verecek: ‘Size, doğrusunu söyleyeyim: ‘Mademki bu en
basit kardeşlerimden biri için bunu yapmadınız, benim için de yapmamış oldunuz.
Bunlar, ebedi azaba uğrayacak, salihler ise ebedi hayata kavuşacaklardır.”
(Matta, 25/36-46).
2-b) Buhârî‘nin rivayet ettiği hadiste şöyle geçer: “Önceki
ümmetlere göre sizlerin ömrü ikindi namazıyla güneşin batışına kadar ki süre
gibidir. Sizlerin durumu ile yahudilerin ve hıristiyanların hali şuna benzer:
Bir adam işçiler tutar. ‘Gün ortasına kadar bir kîrât karşılığında kim
çalışır?’ diye sorar. Yahudiler bir kîrât karşılığında öğlene kadar çalışırlar.
Sonra ‘Öğlenden ikindi namazına kadar bir kîrât karşılığında kim çalışır?’ diye
sorar. Hıristiyanlar öğlenden ikindi namazına kadar bir kîrât karşılığında
çalışırlar. Daha sonra ‘İkindi namazından güneş batana kadar iki kîrât
karşılığında kim çalışır?’ diye sorar. İşte sizler ikindi namazından güneş
batana kadar iki kîrât karşılığında çalışanlarsınız. Sizin ecriniz iki kattır.
Yahudiler ve hıristiyanlar buna kızarlar ve ‘Çok çalışan biz, az ücret alan
yine biz!’ derler. Allah da onlara şöyle buyurur: ‘Ben sizin hakkınızdan
kısaltarak sizlere zulmettim mi?’ Onlar ‘Hayır.’ derler. Allah da şöyle
buyurur: ‘Bu benim lütfumdur, dilediğime veririm.” (Buhârî, İcâre, bab no: 8;
Ehâdîsu’l-Enbiyâ, bab no: 50).
İncil‘de buna yakın bir metin yer almaktadır: “Göklerin egemenliği,
bağında çalışacak işçi tutmak için sabah erkenden dışarı çıkan toprak sahibine
benzer. Adam, işçilerle günlüğü bir dinara anlaşıp onları bağına göndermiş.
Saat dokuza doğru tekrar dışarı çıkmış, çarşı meydanında boş duran başka
adamlar görmüş. Onlara ‘Siz de bağa gidip çalışın. Hakkınız ne ise veririm.’
demiş. Onlar da bağa gitmişler. Öğleyin ve saat üçe doğru yine çıkıp aynı şeyi
yapmış. Saat beşe doğru çıkınca, orada duran daha başkalarını görmüş. Onlara,
‘Neden bütün gün burada boş duruyorsunuz?’ diye sormuş. ‘Kimse bize iş vermedi
ki!’ demişler. Onlara ‘Siz de bağa gidin, çalışın.’ demiş. Akşam olunca, bağın
sahibi kâhyasına, ‘İşçileri çağır!’ demiş. ‘Sonunculardan başlayarak,
birincilere kadar, hepsine ücretlerini ver.’ Saat beşe doğru işe başlamış
olanlar gelip kâhyadan birer dinar almışlar. Birinciler gelince daha çok
alacaklarını sanmışlar, ama onlara da birer dinar verilmiş. Paralarını alınca
bağın sahibine karşı söylenmeye başlamışlar. ‘Bu sonuncular yalnız bir saat
çalıştılar.’ demişler. ‘Ama sen onları, günün yükünü ve sıcağını çeken bizlerle
bir tuttun.’ Bağın sahibi onlardan birine şöyle karşılık vermiş: ‘Arkadaş! Sana
haksızlık ettiğim yok! Seninle bir dinara anlaşmadık mı? Hakkını al, git! Sana
verdiğimi bu sonuncuya da vermek istiyorum. Kendi paramla istediğimi yapmaya
hakkım yok mu? Yoksa elim açık diye kıskanıyor musun?’ İşte böylece sonuncular
birinci, birinciler de sonuncu olacak.” (Matta, 20/1-16).
VI-Sonuç:
Kudsî hadislerin sıhhat durumlarını klasik tenkit yöntemleriyle
belirleyip, mevzu olanları ayırıp, sahih olarak kabul edilebilecekleri bir yana
koyduğumuzu farz ettiğimizde problem hallolmamaktadır.
Gerçi, sünnetin tamamını vahiy mahsulü olarak kabul eden yaklaşıma
göre, vahy-i gayr-i metluv olan kudsî hadislere yönelik çözüm son derece
pratiktir. Bu kabule göre, Hz. Peygamber’in sünneti vahyin bir çeşididir. Zira
bunlar Hz. Peygamber’in kendi bireysel tercihiyle, ilahî bir yönlendirme
olmadan yapılacak şeyler değildir. Onun müslümanlara rehberlik yapan sünneti
nasıl kaynak itibarıyla ilahî ise hadisleri de böyledir. Kudsî hadislerin diğer
hadislerden ayrılan yönü ise Allah’a doğrudan nispet edilmeleri, dikkati daha fazla
çekmeyi ve insanları ahlakî kurallara yönlendirmeyi hedeflemiş olmalarıdır.
Peygamber yalan yere sözünün başında Allah’ın adını anmayacağına göre, bunlar
mutlak suretle ilahî menşelidir. Ancak bu yaklaşımın ihmal ettiği bir husus
vardır. O da şudur: Mademki sünnetin tamamı ilahî menşelidir, Hz. Peygamber
neden her hadisinin başında Allah adını anmamıştır?
Bizim kanaatimize göre, söz konusu hadisler iki kısımdan birinde
mütalaa edilmelidir:
1- Hz. Peygamber’in bu buyruklarının bir kısmı yaşamış olduğu coğrafyanın
kültüründe gezinen temsiller ve veciz sözlerdir. Gerek hıristiyanların ve
gerekse yahudilerin yaşadığı bir bölgede hayat sürmüş olan Allah Rasûlü’nün bu
kültürlerden intikal etmiş ve anonim halini almış sözler ile anekdotları kendi
sözlerinde kullanmış olması bizce tabiidir. Hatta çevresindekilerin de bunları
bilmiş olmasını göz önünde bulundurarak daha etkili olacağını düşünmüş
olabilir. Bunları anlatmasını “sizin de bildiğiniz gibi” bağlamında
değerlendirmek makul gözükmektedir. Hatta Hz. Peygamber’in Kitab-ı Mukaddes‘te
geçen ve bölgenin ortak değeri olan hususları bilmemesi garipsenecek bir
durumdur. Bu nedenle Hz. Muhammed’in söylemlerinde bunlardan yararlanmış olması
anlaşılabilir bir durum arz etmektedir. Bunu kabul ettiğimizde, Hz. Peygamber’in
semavî de olsa başka dinlerin değerlerini ve mirasını İslam ümmeti içine
taşımış olacağı şeklinde bir endişe zihinlerimize gelebilir. Ancak unutmamak
gerekir ki, bunu Kur’an da yapmaktadır. Kutsal kitabımızla Kitab-ı Mukaddes
arasında pek çok ortak anlatım vardır. Sonuçta tahrif edilmiş olsalar da yine
de ilahî bir pırıltıyı içlerinde taşımaktadırlar. Kur’an Kitab-ı Mukaddes‘te
geçen bir hususu yinelemekte bir beis görmemişse, Hz. Peygamber de aynı şeyi
düşünmüş olabilir. Dolayısıyla söz konusu rivayetlerin en azından bir kısmının
o coğrafyanın ortak değerleri olduğunu kabul edebiliriz. Hz: Peygamber’in
yaptığı, bunları tekrarlamak olmuştur.
2- Kudsî olarak tanımlanan hadislerin büyük çoğunluğu Hz.
Peygamber’in temsil kabilinden zikrettiği hadislerdir. Allah Rasûlü, Yüce
Yaratıcı’nın nasıl bir kul istediğini, nelerden hoşnut olduğunu/olmadığını
ifade etmek amacıyla sözünü Allah’a nispet etmiştir. Bir nevi Kur’an
vasıtasıyla hazmettiği Allah’ın muradına kendi ifadeleriyle tercümanlık
yapmıştır. Dolayısıyla gerçek anlamda Allah’tan gelen bir ilham vs. söz konusu
değildir. Kur’an eksenli İslam ümmetini oluşturma çabasını sergileyen Hz.
Muhammed’in Allah’ın beklentilerini kullarına yakın etmesidir. Kabaca
söyleyecek olursak, “Allah şöyle bir kul ister, şöyle bir ibadet arzular…”
anlamında “Allah diyor ki” sözünü kelamının başında kullanmıştır.
Notlar:
1- Üzücü olan şudur ki, hadis külliyatı içerisinde çok önemli bir
yekûn tutan ve Allah Teâlâ’ya izafe edilmeleri nedeniyle farklılık arz eden
kudsî hadislerle ilgili olarak bugüne kadar doyurucu bir çalışma yapılmamıştır.
Dolayısıyla bunların bir bütün olarak ele alınmasına ve nasıl bir yaklaşım
sergilenmesi gerektiğine dair doktora düzeyinde bir çalışmaya ihtiyaç
duyulmaktadır.
2- Konumuzla ilgili olarak Aliyyu’l-Kârî ve Yusuf Ali Bedevî gibi
zevat kudsî hadisleri; Muhammed Avvâme, Mustafa el-Adevî gibi zevat ile Mısır
Evkaf Bakanlığı sahih kudsî hadisleri derleyen çalışmalar yapmışlardır.
İsâmuddîn es-Sabâbitî’nin sıhhatlerini açıklayarak yaptığı üç ciltlik “Câmiu’l-Ehâdîsi’l-Kudsiyye“
adlı eseri bulunmaktadır.
3- Konunun tartışması için şuralara bakılabilir: Hayati Yılmaz,
“Kudsî Hadis”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, XXVI/318-20; Muhammed Ebû Zehv,
el-Hadis ve’l-Muhaddisûn, s. 16-8; Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel
Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s. 98-99, 121-2; M. Hayri Kırbaşoğlu,
İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 304-21.
Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder