Hadis’teki çeşitli unsurların yeniden değerlendirilmesi ve
bu günün değişen ahlaki ve sosyal şartları doğrultusunda titiz bir şekilde
yeniden yorumlanması gerçekleştirilmelidir
Geçen kısımda, Hadis’in temel konularından bazılarını
“objektif olarak”, hadise sıkıca bağlı ve duyarlı kimselerin nazarında ise
acımasızca ve hatta belki de haksız bir şekilde inceledik. Ancak, bütün
bunların tam olarak ne anlama geldiği hususunda açık olmayız. Özellikle
cemiyetimizde, “ilericilik” adına hadis ve Nebevi Sünnet’i yok etmeyi arzulayan
güçlü akımlar bulunduğu içindir ki, söz konusu problemler hususunda açık olmak
kaçınılmazdır. Bunlar, “yolu açmak” endişesiyle, Neron’un Roma’yı yeniden inşa
etme metodundan çok daha şüpheli metotlara başvurmaktadırlar. Söz konusu
akımlar sadece basiretten yoksun olmakla kalmamakta, aynı zamanda problemler ve
bizzat Hadis’in gelişimi konusunda korkunç bir cehalet örneği
sergilemektedirler. İlimden ya da basiretten yoksun kimseler, bazen bize hiçbir
delil göstermeden, Hadis’in tarihi olmadığını ve dolayısıyla Nebevi Sünnet’e
ulaştıran bir rehber olarak kendisine güvenilemeyeceğini söylemektedirler.
Bazen da bize safça, Hadis’in tarihi olduğunu, fakat şer’i geçerliliği
bulunmadığını, yani hadis sahih bile olsa, bizim için Sünnet içermediğini ifade
etmektedirler. Hepimiz “ilerlemeyi” isteriz; ama bu, İslam’a rağmen ya da İslam
dışında değil fakat bizzat İslam için olmalıdır; zira hepimiz gayet iyi
biliyoruz ki, İslam, yedinci yüzyıl Arabistan’ında bir hareket olarak ortaya
çıktığı zaman maddi-manevi gerçek ilerlemeyi sunmuştur bununla birlikte
“karışıklığa” ve “karanlıkçılığa” katılamadığımız gibi hoş da göremeyiz.
Nereden ilerleyeceğiz, neyle ve nereye kadar ilerleyeceğiz? Bu sorulara
verilecek bir cevap tarihimize makul ve yapıcı bir biçimde başvurmayı
gerektirmektedir. Sünnet ile Hadis arasındaki gerçek ilişki nedir? Bu çok
önemli soruya cevap aramak için çağdaş haçlı seferlerine çıkmak ve Hadis
hakkında gereksiz araştırmalar yapmak beyhudedir. Burada şu hususa dikkatleri
çekebiliriz: İster Harici ister Mu’tezili olsun, klasik İslam’da hiçbir grup
Sünnet’in geçerliliğini asla inkâr etmemişlerdir; 1 onların itiraz ettikleri
husus, Sünnet’in hadis olarak ifade edilmesi olmuştur.
Kaderin şu garip cilvesine bakınız ki, (Sünnet-karşıtı
olduğu da kabul edilen) Hadis-karşıtı delil çok defa subjektif olarak ve safça
seçilmiş şu hadise dayandırılmıştır: Hz. Peygamber, Hz. Ömer ya da en eski
otoritelerden bir başkası Hz. Peygamber’den hadis rivayet edilmesini yasaklamış
ya da engellemek istemiştir. Bu görüş noktasının iç tutarsızlığı bir yana, bu
Hadis-karşıtı hadisin de, yakından incelendiğinde, Hadis hareketinin doğrudan
bir ürünü olduğu sonucuna ulaşılır. Eğer hadislerin hepsi terk edilecek olursa,
bizimle Hz. Peygamber arasında açılmış olan on dört asırlık uçurumdan başka ne
kalır? Bu uçurumun boşluğunda heva ve heveslerimiz sonucunda sadece Kur’an
parmaklarımız arasından kayıp gitmekle kalmaz -zira onu sapasağlam muhafaza eden
yegane şey bizzat nebevi faaliyettir-
aynı zamanda Kur’an’ın varlığı ve bütünlüğü hatta bizzat Hz Peygamber’in
varlığı bile asılsız bir efsaneye dönüşür.
Şimdi, tarihi ve biyografik Hadis’ten farklı olan Hadis’in
bütünüyle tarihi olmasa bile yine de temel bir anlamda normatif (kuralsal)
olarak kabul edilmesi gerektiğini göstermeye çalışacak ve bu temel anlamın ne
olduğunu örneklerle belirlemeye gayret edeceğiz. Bu bağlamda dikkat çekmek
istediğimiz hususlar şunlardır:
1. Teknik Hadis’in tamamının, şu andaki ifade şekilleriyle,
tarihi olmadığı daha önceki sayfalarda çeşitli örneklerle gösterilmiştir. Bu
itibarla geniş bir literatürden birkaç örnek verdiğimiz ve dolayısı ile
vardığımız sonucun çok genel olduğu söylenebilir. Şimdi bu bağlamda hatırda
tutulması gereken ilk şey şudur: Bizim delil olarak sunduğumuz örnekler; ”Temel
Hadis” yani bizzat İslami Metodoloji ile ilgili olan hadislerdir.
Eğer, bizzat İcma‘nın temel ilkeleri ve Hadis hakkındaki
hadisin tarihi olmadığı ortaya çıkacak olursa, bu takdirde diğer birçok hadisin
tarihiliği hakkındaki karine de böylece kendiliğinden yıkılmış olur. Şu hususu
belirtmek gerekir ki, biz burada “diğer bütün hadisler” değil de, “diğer birçok
hadis” diyoruz. Ancak, “birçok” ile “bütün” arasındaki bu fark, -faraiz
hakkındaki hadisle ilgili önemli istisna bir yana- teorik olmaktan öteye gitmez
ve en azından şimdilik ne sınırlanabilir ne de belirlenebilir; her hadis’in
sıhhati, tarihi delillere dayanmak suretiyle ayrı ayrı incelenmelidir. Bize karşı
bulunacak ikinci itiraz, rivayetin güvenliğini sağlayan isnat zincirini dikkate
almamış olmamızdan dolayıdır. Biz burada isnadın önemini küçümseyecek değiliz.
Eşsiz bir İslam eseri olan İsnad, ravilerin hayatları hakkında doğru bilgileri
içeren geniş bir literatürün doğmasına neden olması bir yana, Hadis yazının
azaltılmasına da katkıda bulunmuştur. Gerçekten de, uydurulmuş birçok sayıda
hadis, hadisçilerin isnad üzerinde yorulmak bilmeden yürüttükleri faaliyetler
sonucu bertaraf edilmiştir. Ancak isnad, olumsuz bir şekilde önemli olmakla
birlikte, nihai anlamda olumlu bir delil teşkil etmez. Zira genellikle
güvenilir kabul edilen bir “A” şahsının, yine genellikle güvenilir, kabul
edilen bir “B” şahsı ile gerçekten de karşılaşmış olduğu gösterilebilse de (aslında
bu hususun tesbiti de zordur) bu, herhangi bir problemle ilgili bir hadisin “A”
ya “B” tarafından rivayet edilmiş olduğu hususunda delil teşkil etmez. İsnad’ın
olumlu nihai delil kabul edilmesine karşı yöneltilen en ciddi itiraz
şudur:Bizzat isnadın kendisi, birinci asrın sonlarına doğru ortaya
çıkmış,oldukça geç bir gelişmedir.2 Buhari ve Müslim’de yer alan ve siyasi
karışıklıklardan haber veren hadislerin isnadları mükemmeldir.Ancak, tarihi
bakımdan dürüst olursak onları kabul edemeyiz.
2. Bununla birlikte, Hadis’in tarihi olmadığı yolundaki
tezimize yöneltilen en temel itiraz ilmi değil, dini olacaktır; yani, böylece
Hadis’in büyük bir işbirliği sonucu ortaya çıkmış olduğu kanıtlanmış olacaktır.
Ancak problem, bizzat Hadis ehlinin, faaliyetlerini tam olarak tarihi kabul
edip etmemeleridir. Burada daha önce zikretmiş olduğumuz hadisi hatırlatmak
istiyoruz. Söz konusu hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Söylenmiş ne kadar güzel söz varsa, onları söylemiş
sayılabilirim.”
Bunun sadece ahlaki hadisle ilgili olduğunu söylemek
anlamsızdır; çünkü siyasi ve fıkhi hadisin de açık ahlaki içerikleri vardır.
Hatta Hz. Peygamber’in buyurduğu ”Her kim hakkımda kasten yalan söylerse
cehennemle yerini hazırlasın.”meşhur hadisi bile sonraları “Her kim, benim hakkımda
‘’Halkı doğru yoldan saptırmak için ‘’yalan söylerse…’’şeklinde
değiştirilmiştir. O zaman bu temel üzerine şöyle bir genel ilke vaaz
edilmiştir: ‘’Dini duyguları canlandıran hadis reddedilmemelidir.’’ Bu ilke,
Nevevi tarafından Muslim Şerhi’nde(bkz.1,8) Kerramiye’ye isnad edilmiştir.
Nebevi, cahil birçok kimsenin ve vaizlerin ona uymalarından
yakınmaktadır.’’Kur’an’la uyum halinde bulunan hadis kabul
edilmelidir’’anlamındaki meşhur hadis bile, (Hadis’in) tarihiliğini ispattan
başka bir şey yapmamaktadır. Öyleyse şu sonuca ulaşmamız gerekmektedir: Hadis,
nebevi öğretinin yorumlanmış ruhunu, ‘’Yaşayan Sünnet’’.temsil etmektedir.
3. Ancak Hadis, tamamen tarihi olmasa da Hz.Peygamber’in
Sünnet’inden ayrı olmadığı da son derece açıktır. Gerçekten de , Hadis ile Hz.
Peygamber’in Sünneti arasında çok sıkı bir bağ vardır.Burada ilk kısımda tespit
ettiğimiz sonuçları hatırlatıyoruz:İlk dönemin kadıları, fakihleri,
teorisyenleri ve siyasileri Nebevi Modeli (Sünnet), Müslümanların ihtiyaçlarını
göz önünde bulundurarak yorumlamışlardır.Her nesilde ortaya çıkan malzeme
Yaşayan Sünnet’i oluşturmuştur.Şu halde Hadis, bu Yaşayan Sünnet’in sözlü bir
biçimde yansımasından başka bir şey değildir.Bu bakımdan Hz. Peygamber’in
hadisteki Sünneti tıpkı Yaşayan Sünnet’te mevcut olduğu gibidir.Bununla
birlikte Yaşayan Sünnet sadece genel Nebevi Modeli değil, aynı zamanda bu
modelin, sürekli İçtihad ve İcma faaliyeti sayesinde bölgelere göre değişiklik
arz eden yorumlarını da içermiştir.İşte bu sebepledir ki , Yaşayan Sünnet’ te
birçok farklılık ortaya çıkmıştır.Ancak bu söylediklerimiz hadis için de
tamamen geçerlidir.Çünkü hadis Yaşayan Sünnet’i
yansıtmaktadır.Gerçekten de hadis’in çarpıcı özelliği, farklılıklar arz
etmesi ve hemen her noktada farklı görüşleri yansıtmasıdır.Tıpkı ilk dönem
Yaşayan Sünnet gibi, hadis’in de tam olarak tarihilikten mahrum olduğunu
gösteren bu husus, Ehl-i Sünnet’in elinde Katolikliğin(evrenselliğin) en güçlü
etkeni olmuştur.Çünkü Ehl-i Sünnet, hadis sayesinde- büyük ölçüde başarılı bir
şekilde- orta bir rota belirlemeye ve bir orta yol sentezi ortaya koymaya
çalışmıştır.İlk nesillerin Yaşayan Sünneti
ile hadis ifadesi arasındaki belirgin fark şudur: Yaşayan Sünnet yaşayan
ve devam ede gelen bir süreç olduğu halde, hadis kesindir ve yaklaşık ilk üç
asırlık Yaşayan Sünnet sentezine mutlak
devamlılık vermeyi amaçlamıştır.Hiç şüphe yoktur ki bu, o an için bir
gereksinim idi.Çünkü belli bazı formalitelere bağlı kalmadan devam ede gelen
bir süreç, şu veya bu zaman içinde özünü yitireceği için , sürekliliğini devam
ettiremem tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır.Ancak Hadis hareketi,
sonuçta belli bazı formalitelerin de ötesinde tam bir belirlemeye yol
açmıştır.Kuşkusuz şimdiki gereksinim ise, bu formalizmi gevşetmek ve işe,
Yaşayan Sünnet’in kendisini Hadis barajına istekli bir şekilde boşalttığı
noktadan yeniden başlamaktır.İşte tam bu anda,(daha sert başka bir uyarının
yanında) bir ses şöyle fısıldamaktadır: ‘’Hadis ve Sünnet tedavisi mümkün
olmayan gericiliktir;ilerlemek istiyorsanız onları tamamen terk edin.’’ Yoksa
bu, ümitsizlik karşısında duyulan ümit sesi midir? Gelecek örnekte ilkenin
uygulanması bize sorunun cevabını verecektir.
4. Sık sık -belki de bazı okurları sıkarcasına- söylediğimiz
üzere Hadis, nihai temeli olarak Nebevi Modele sahip olmakla birlikte, ilk
dönem nesillerinin bu modeli esas alarak gerçekleştirdikleri eserleri temsil
etmektedir. Gerçekten de Hadis, bizzat Müslümanlar tarafından ifade edilmiş ve
görünüşte Hz. Peygamber’e isnad edilmiş
özdeyişlerin toplamıdır. Gerçi bu özdeyişlerin Hz. Peygamber ile herhangi bir
tarihi bağlantıları yok değildir; ama özdeyiş olarak ifade edilmeleri, hadisin
tarihi olmadığını göstermektedir. Daha doğrusu Hadis, ilk dönem cemaati
tarafından Hz. Peygamber hakkında yapılmış muazzam ve abidevi bir yorumdur. Bu
bakımdan o, Hz. Peygamber’e dayanmış da olsa, aynı zamanda ilk dönem
Müslümanlarının ortaya koymuş oldukları hikmetin bir hülasasını da
oluşturmaktadır.
Eğer yukarıda sözü edilen sese kulak verecek olursak, dehşet
verici sonuçlar elde ederiz. Mesela, İcma hakkındaki hadisin tarihi bakımdan
kabul edilemeyeceğini yukarıda göstermiştik. Eğer sese uyacak olursak, İcma
öğretisini reddetmek zorunda kalırız. Ama bunu yapabilir miyiz? Bununla
birlikte, bu aşamada, ses, İcma’nın Kur’an’dan kaynaklanabileceğini
söyleyebilir. Çünkü Allah’ın kitabı şöyle buyurmaktadır:
“Hep birlikte
Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın.” (3/Al-i İmran, 103) Ancak bu, bir
birliğe emir ise de, gerçek anlamda İcma değildir; zira İcma “hep birlikte bir
karara ulaşmak”tır. Eğer bu ayetten kasdolunan İcma olsaydı, Şafii ve diğerleri
uzun zaman önce onu bu noktada bir delil olarak ileri sürerlerdi. Bir an için
ayetten kasdolunanın İcma olduğunu farz edelim; o zaman bile İcma’nın tabiatı
belirsiz kalmaktadır. İstatistikle ya da nitelikler ile ilgili bir şey midir?
Yani İcma tümel midir ya da görüş ayrılığına imkân tanımakta mıdır? Farklı
görüşlerin ifade edilmesini teşvikeden birçok hadis bulmaktayız. Bu tür
hadisler, bu konuları çeşitli şekillerde doğrudan ya da dolaylı bir şekilde ele
almaktadır. Bu ise, bir İcma’nın sonraki bir İcma ile değiştirilebileceğini ve
dolayısıyla İcma’nın, gerçekle ilgili değerleri içeren salt teori konusu değil
de, bir uygulama konusu olduğunu göstermektedir. Bir İcma, gerçek ya da yalan
olmaktan ziyade, doğru ya da yanlış yahut kısmen doğru ya da yanlış olabilir.
Gerçekten de cemaat, nazari ismeti (yanılmazlığı) iddia konusunda kendisini
kefil gösteremez. O, sürekli bir şekilde hem anlama hem de doğru iş yapma
arzusu içinde bulunmalıdır.
Bu sebeple Hadis’in özelliği esas itibarıyla sentetiktir.
Ayrıca, İcma hadisini Hz. Peygamber hakkında tarihen bilinenler doğrultusunda
inceleyecek olursak, bu hadisin Nebevi Sünnet’i ortaya koyduğunu görürüz; zira
Hz. Peygamber, cemaatin birliğini sürdürmek için elinden geleni yapmakla
kalmamış, aynı zamanda düşünce ve gaye birliğinin ortaya çıkmasını teşvik
etmiştir. Kur’an’daki “Şura” terimi bu faaliyete işaret etmektedir. Hadisin bu
evrensel (cahtolic) ve sentetik özelliği bu noktayla sınırlı değildir; ahlaki,
sosyal, fıkhi ve siyasi öğretilerin hemen hepsiyle ilgilidir. Geçen kısımda
“Sunne ve’l-Cemaa” ifadesini tartışırken hadisin bu sentetik özelliğini
göstermiştik.
Burada şu gerçeği vurgulamak gerekir: Hadis’teki çeşitli
unsurların yeniden değerlendirilmesi ve bu günün değişen ahlaki ve sosyal
şartları doğrultusunda titiz bir şekilde yeniden yorumlanması
gerçekleştirilmelidir. Bu ise ancak, Hadis’i tarihi olarak incelemek suretiyle
-yani onu “Yaşayan Sünnet”e indirgemek ve onda var olan gerçek değeri, tarihi
şartların gerekli kıldığı arka plandan açıkça ayırmak suretiyle-
gerçekleşebilir. Böylece geleneksel Ehl-i Sünnet’imizin üzerinde ısrarla
durduğu bazı önemli ana konuların değiştirilmesinin, dolayısıyla yeniden ifade
edilmesinin gerekli olduğunu görüyoruz. Örnek olarak, determinizm ve irade
hürriyeti problemini ele alalım. Salt determinizmi savunan Emevilerin ilk dönemlerinde irade
hürriyetinin vurgulanması gerekiyordu. İşte Hasan Basri’nin ve ilk dönem
Mu’tezililerin gerçek anlamda yaptıkları bu irade hürriyetinin vurgulanması
olmuştur. Ancak Mu’tezile hümanizminin kargaşaya dönüşmeye yüz tuttuğu ve
dolayısıyla dinin temellerini tehdit ettiği bir sırada Ahmed b. Hanbel ve
meslektaşları, Mu’tezile rasyonalizmine karşı Allah’ın iradesini ve kudretini vurgulamışlardır.
Ancak, ilahi Kudret ve determinizm öğretisi sonuçta, Ortodoksluğun (Ehl-i
Sünnet’in) ayırıcı özelliği olmuştur ve bu özelliği günümüzde de devam
etmektedir. Ancak bu öğreti, asli işlevinin ç ötesine gitmiş ve gerçekte,
özellikle daha sonraki dönemlerdeki filozoflar ile Sufilerin onu gelişi güzel
yorumlamaları sonucu, cemaatin ahlaki ve sosyal yaşantısına son derece zararlı
olmuştur. Bu sebeple, hadis mecmualarındaki determinizme ağırlık veren
hadisler, doğru tarihi perspektifleri ve açıkça belirlenmiş tarihi bağlamda
sahip oldukları gerçek işlevsel anlamları doğrultusunda yorumlanmalıdır. Bu
yorumlama ilkesi, Şeriat ile Sufilerin iddiaları arasındaki çok eski gerginlik
durumunda olduğu gibi, diğer manevi ve sosyal problemlere de uygulanmalıdır.
İşte fıkhi Hadis problemi de, gerçek ahlaki değeri, tarihi
şartların belirlediği arka plandan çıkarmaktan ibaret olan, duruma göre yorum
(situational interpretation) ilkesi doğrultusunda ele alınmalıdır. Fıkhi
Hadisi, doğrudan uygulanmaya hazır bir kanun olarak değil de, yeniden
incelenmesi gereken bir problem olarak görmemiz gerekir. Şüphesiz ki, bu nazik
bir problemdir ve dolayısıyla basiretli ve tedbirli bir şekilde ele alınmalıdır, ama mutlaka ele alınmalıdır.
Örnek olarak riba (faiz) problemini hatırlatalım. Yukarıda da açıklandığı üzere
Kur’an kapitalin haksız olarak birçok defada arttığı bir muamele olması
sebebiyle ribanın ticari bir muamele tanımına girmeyeceğini söylemekle, onun
yasaklanmasının gerisindeki gerçek sebebi açıklığa kavuşturmaktadır. Tarihi
Hadis, bunun, gerçekte İslam öncesi Arapların uygulaması olduğunu bize
bildirmekle bu hususu teyid etmektedir. Alacaklıya herhangi bir fayda sağlayan
her türlü borç verme işleminin riba olduğu yolunda genel bir prensip vazetmekle
çeşitli faaliyetleri riba tanımına sokan fakihlerin, bu konuda ne kadar sert
bir tavır takındıklarını görmüştük. Ama aynı anda, bize riba uygulamasını
sadece yiyecek maddeleri, altın ve gümüş ile sınırlı olduğunu ve dolayısıyla bu
maddeler dışında riba’nın hiçbir uygulama alanı bulunmadığını
söylüyorlar.3 Bunun açıkça anlamı şudur:
mesela, belli bir miktar pamuk alacaklının anlaşma anında arzu ettiği artış
karşılığında altı ay sonra iade edilmek şartıyla ödünç verilebilir. Gayet
tabidir ki bu, biraz önce zikrettiğimiz genel prensiple çelişki arz etmektedir.
Bütün bu gelişmeler göstermektedir ki, söz konusu olan kesin bir şekilde
belirlenmesi arzu edilen Kur’an yasağının ahlaki bakımdan sürekli olarak
yorumlanmasıdır. Elbette ki, ortada bu özel ahlaki, fıkhi yorumu bütün
durumlarda ve bütün şartlarda kabul etmemizi gerektirecek hiçbir sebep yoktur.
Diğer taraftan bugünkü banka faizinin meşru bir biçimde ticaret tanımına
girdiğini inkar etmek kolay değildir. Faizsiz bankanın bugünün dünyasında
işleyip işlemeyeceğine karar vermek ekonomistlere ve para uzmanlarına aittir.
Eğer işliyorsa, ne ala. Ama işlemiyorsa, bu takdirde titiz bir şekilde kontrol
edilen bir ekonomiye sahip olan günümüz ticari bankacılığının Kur’an’ı
yasaklamanın kapsamına girdiği ve Nebevi Sünnet tarafından lanetlendiği
hususunda ısrar etmek, ne tarihi gerçeklerle ne de dini dürüstlükle bağdaşır
bir durumdur. Bu, olsa olsa insana olan güven duygusunun yok olmasının yol açtığı
şiddetli bir bunalım ve her türlü insani projeyi alaya alan aşırı bir
umursamazlık durumudur. “Kur’an ve Sünnet bize, katı bir şekilciliğe
saplanmamız için değil, onları ahlaki açıdan doğru bir şekilde anlamamız ve
uygulamamız için bahşedilmiştir.”
Yeni bir yaklaşımla Hadisi, Sünnet’e -yani başlangıçtaki konumuna- indirgeyebilir
ve durumuna göre yorum metoduyla, bugünkü durumumuza uygulayabileceğimiz
normları ihdas edebiliriz. Dikkat
edileceği üzere biz Hadis’i genelde tam olarak tarihi kabul etmemekle birlikte,
onunla (Hadis) ilgili olarak ‘’Mevzu’’ ya da ‘’Uydurma ‘’ terimlerini
kullanmadık; ama onun yerine ‘’İfade etme- formule etme’’ terimini kullandık.
Çünkü Hadis, söz olarak Hz.Peygamber’e ulaşmasa da ruhu kesinlikle
ulaşmaktadır; bu bakımdan Hadis büyük ölçüde, bu Nebevi Model’in ya da ruhun,
içinde bulunulan şartlar doğrultusunda yorumlanması ve ifade (formule)
edilmesidir. Bu sebepledir ki, ‘’Mevzu’’ terimi ile eşanlamlılarının, Hadis’in
mahiyeti hakkında kullanılması yanlış olurdu.Şu halde ‘’ İfade(formule) etme’’
terimi lafzen doğru bir terimdir. Hadise mevzu diyemeyiz; zira Yaşayan
Sünnet’i yansıtmaktadır. Yaşayan Sünnet
ise bir uydurma değil, fakat Nebevi Sünnet’in sürekli bir biçimde yorumlanması
ve ifade edilmesidir. Şu anda bizim yapmak istediğimiz hadis’i, tarihi yorumla,
yeniden Yaşayan Sünnet terimlerine dönüştürmektir; ta ki, uygun bir etik teori
ve bu teorinin Fıkha yeniden uygulanması sayesinde ondan bizzat kendimiz için
normlar çıkarabilelim.
Bir endişe, vicdanlı birçok müslümanı rahatsız edecektir.
Oda şudur: Nebevi Sünnet’i içeriğini tarihen ve açık bir şekilde saptamak ve
belirlemek imkansız bulunmaktadır; öyleyse bu takdirde, Hz. Peygamber ile
cemaat arasındaki bağ kaypak olacak ve dolayısıyla’’ Nebevi Sünnet’’ kavramı
kesin olarak ortadan kalkmış olacaktır. Ancak bu endişe gerçek değildir. Bir
kere, birçok haber vardır ki, bunlar Nebevi Sünnet’in içeriğinin tarihi
olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Mesela namaz,
zekat, oruç, hacc vb. ibadetler, detaylı şekildeki uygulamalarıyla öylesine
nebevidirler ki, bu gerçeği sadece dürüst olmayan ya da deli biri inkar
edebilir. Gerçekten de, tarihi Hadis , yani Hz. Peygamber’in biyografisi,
önemli noktalarda kesin olarak açıktır.Ve bu nedenle bizzat Teknik Hadis’in
-yorumlanırken- en önemli desteği olarak işe yaramaktadır.Sadece Hz.
Peygamber’in değil aynı zamanda ilk cemaatin tüm özellikleri şüpheye mahal
kalmayacak şekilde tespit edilmiştir.Ve tarihi detaylarda problemler olsa bile
öz ile ilgili hususlarda , hiçbir şekilde tartışmaya açık değildir. İşte,
Kur’an dışında Hz. Peygamber ve ilk cemaat hakkında kesin olarak bilinen bu
geçmişe dayanarak Hadisi yorumlayabiliriz. Teknik Hadis’teki salt nebevi
unsurları izlemek güç olabilir. Ve hatta onların tamamını şüpheye yer
bırakmayacak şekilde elde etmek imkansız bile görülebilir; ancak yine de
onlardan belli bir kısmını elde edileceğinde şüphe yoktur. Önemli bir noktada
konuya yaklaşımımız, geleneksel yaklaşımdan tamamen farklıdır: Salt tarihe,
hadisten daha çok güven duymaktayız ve hadisi kısmen tarihin ışığında
değerlendirmeyi arzulamaktayız.(Kısmen diyoruz; zira dikkate alınması gereken
Kur’an da vardır.) Halbuki, geleneksel yaklaşım bu konuda açıkça farklı bir yol
izlemektedir. Ancak geleneksel yaklaşım Teknik Hadis lehine görüş serdetmiştir;
bununla birlikte bu iddia için sağlam delil mevcut değildir. Ve üstelik bizim
sunduğumuz birçok delil bu iddiaya karşı bulunmaktadır. Hz.Peygamber’in
biyograflarından biri olan Muhammmed İbn İshak’ın Malik tarafından eleştirildiği
iddiası, muhtemelen sonraki döneme ait bir muhaddisin görüşüdür; çünkü biz Ebu
Yusuf’u İbn İshak’tan iktibaslarda bulunurken görüyoruz.4
1 Mu’tezile hk. bkz.
; Şafii, Kitabu’l-Umm, VII, 252 15. sat. Haricîlerin Sünneti kabul ettikleri
hakk. Bkz. ; Cahız, Beyân, Kahire 1948, VII, 122 13. Sat. Burada Haricî (İbâdî)
lider Ebu Hamza’nın yapmış olduğu bir konuşma söz konusudur.Hatta Haricîler
hadisi bile kabul etmişlerdir (bkz. İbn. Kuteybe, Te’vilu Muhtelifi'l-Hadis,
1326 h. s. 3).
2 Bkz. L. Caetani, Annali Dell’ Islam, giriş, isnad ile
ilgili kısım. İsnad başlangıçları genellikle bizzat müslüman otoriteler
tarafından iç savaşa (fitne), yani Emevî halivesi Velid’in öldürülmesine
atfedilmiştir. Yine bkz. J. Schacht. Origins, s. 36.
3 Beyhâkî, a.g.e. s. 286.
4 Eb’u Yusuf, er-Redd, s. 7, 13 vd.
Prof. Dr. Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslamî Metodoloji
Sorunu, Çev.: Prof. Dr. Salih Akdemir, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1995.
Sünnet ve Hadis / Prof.Dr.Fazlur Rahman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder